ÇAĞDAŞ FELSEFE –l
ÜNİTE:1 DARWİN’NİN EVRİM KURAMINDAN PRAGMATİZME:PEİRCE VE DEWEY
Bircan hanıma teşekkürlerimizle
DARWIN’İN MİRASI
19.
yüzyılda yaşanan bilimsel gelişmeler arasında Batı Felsefesi’ni derinden
etkileyen en önemli kuramlardan birisi, hiç şüphesiz Darwin’in geliştirdiği evrim kuramıdır. Bu kuramın hem felsefî hem
de bilimsel tartışmalar bakımından farklı ve köktenci sonuçları olmuştur.
Örneğin,
ü
Herbert Spencer bu düşünce biçimini tarihe ve toplumlara uygulamış ve toplumsal Darwincilik adı verilen bir görüş
geliştirmiştir.
ü
Psikoloji alanında Amerikalı
psikolog ve felsefeci William James işlevselcilik olarak adlandırılan yeni bir kuram geliştirmiştir.
İşlevselcilik Darwin’in evrim kuramının etkisinde gelişmiş bir
psikoloji kuramıdır. Zihinsel süreçleri
ve davranışları organizmanın çevresiyle uyum süreci içerisinde ele
almayı ön plana çıkarır.
Uzun vadede kalıcı bir psikoloji yaklaşımı olamasa da davranışçılığın
gelişmesinde belirleyici
etkisi olmuştur.
CHARLES SANDERS PEIRCE (1839-1914)
Peirce,
Genel olarak, hassas ölçümleme konusu ile ilgilenmiş,
sarkaçlar kuramına bazı katkılarda bulunmuştur.1886’da mantıksal işlemlerin
elektrik devreleri tarafından gerçekleştirilebileceğini iddia etmiş ve bu
itibarla modern bilgisayarların işleyişini öngörmüştür.
Kant
ve Hegel’in metinleri üzerinde çalışır. İlgisi özellikle mantık
ve olasılık kuramı üzerinde yoğunlaşır.
Tümdengelimsel
mantık üzerinde, Peirce’ın da çalışmaları bulunmaktadır. Peirce’ın ilgi alanı
bununla sınırlı kalmamış, bilimlerin gelişimi açısından son derece önemi olan tümevarım mantığı konusunda da özgün çalışmalar yapmıştır.
Bunların
yanı sıra, olgulardan başlayan ve bu olgulardan hareketle, söz konusu olguları
en iyi biçimde açıklayan varsayımı ortaya koymaya çalışan, abdüktif çıkarım konusu ile de
özellikle ilgilenmiştir. Günümüzde bu çıkarım biçimi,akıl yürütme ile en iyi
açıklamaya ulaşma olarak da anılmaktadır.
Peirce,
metafiziksel bir dizge geliştirme çabasından da uzak durmamıştır. Darwinci evrim kuramının bazı
yaklaşımları nı Hegel’in düşünce sistemine benzer, mutlak bir idealizm ile birleştirmeye
çalışmıştır. Peirce, gerçekliğin özü
itibariyle zihinsel bir içeriği olduğunu ve aklî bir amaca doğru devindiğini
savunmuştur.
Ancak
Peirce’ı günümüzde de tartışmaya değer kılan bu metafiziksel yaklaşımları değildir;
kendisinin pragmatizm olarak adlandırdığı bir düşünce biçimidir.
“Pragma”
amel ya da fiil (edim) anlamlarına gelen Yunanca bir
sözcüktür.
Peirce,
bu sözcüğü düşünsel
olanla (kavramlar, kanılar,kuramlar vb.)
kılgısal / pratik olan (edimler, eylemler vb.) arasındaki sıkı bağları ön plana çıkarmak
üzere kullanmaktadır.
Peirce,
paragmatizim yerine bazen pratikçilik ya da eleştirel
sağduyuculuk terimlerini
de kullanmıştır.
Zaman
içerisinde pragmatizm, Peirce’ın kastettiğinden çok farklı anlamlarda kullanılmaya
başlanmıştır. Bunun üzerine Peirce, kendi görüşlerini adlandırmak üzere pragmatisizm sözcüğünü ortaya atmıştır.
inancın Sabitlenmesi
1870’lerin
sonlarında Peirce, Popular Science Monthly dergisinde bir dizi makale yayımlamış ve bu makalelerinde bir
konudaki kanıların ya da inançların muğlaklıkların ya da şüphelerin ortadan
kaldırılarak sabitlenmesi konusunda dört ayrı yöntemden söz etmiştir.
1.Bu
yöntemlerden ilki, inatçılık yöntemidir.:Kısacası bu yöntem akılcılktan uzak sabit fikirlerdir. bir
konudaki kanaatimizi sabitlemek istediğimizde, Bu
fikrimize karşı çıkabilecek her şeyi ve herkesi reddeder ve akılcı bir
tartışmaya girmekten kaçınırız.
Peirce’a
göre, akılcılıktan ne kadar uzak olursa olsun bu yöntemin kendine özgü bir
avantajı bulunmaktadır: Bir kanıya ilişkin sarsılmaz ve değiştirilemez bir inanç beraberinde
zihinsel bir rahatlık / huzur getirir.
Ancak bu yöntem
kanıların sabitlenmesi için arzu edilir bir yol değildir ,bu yöntemle kişinin sarılacağı
görüş akılcı bir tartışmadan uzak olduğu için yanlış inanca ve kanılara sahip
olmaya devam edebilir.
Bu yöntemde
itiraz eden bir kişinin kendisinden şüphe duymasına neden olan temel etken nedir?
Peirce’a göre bu “toplumsal bir dürtü”dür.dolayısıyla inançların yada kanıların sabitlenmesi
için
aranan yöntemin sadece bireyler için değil içinde bulunduğumuz toplum
düzeyindede işe yaraması gerekir.
2.Peirce’ın
ele aldığı ikinci yöntem, otorite yöntemidir:bu kez bir toplum yada cemaatin içerisinde
belli kanı ve inançları yayan ,bu inançlardan
şüphe edilmesine engel olmaya çalışan bir kurum vardır.. Peirce, bu
yöntemin kanıların ve inançların sabitlenmesi konusunda ilkine göre daha etkili
olacağını düşünmektedir. Ancak Peirce’a göre sorulacak soru, bu yöntemin
istikrarlı olup olmayacağıdır. Peirce’ın bu konudaki yanıtı da olumsuzdur.zira farklı zamanlarda farklı otoriteler altında farklı
yaklaşımların savunulduğu görülecektir ,kendilerine kendi inançlarının neden
daha üstün olduğunu soracaklar ve bu da yine şüpheye yol açacaktır.o yüzden bu
yöntemde geçersizdir.
3.Peirce,
ele aldığı üçüncü yöntem :doğal tercihler yöntemi veya a priori yöntem. Bu yöntemde esas olan, farklı biçimlerde ifade edilse de aşikâr olanı
kabul etmektir. Söz konusu “aşikâr olan”, “akla uygun -
makul”, “açık ve seçik” gibi ifadelerle anlatılabilir.
ilk iki yöntemdekinin tersine, burada düşünme, tartışma ve bu suretle
reddedilemez olana ulaşma çabası ön plana çıkmaktadır. Ancak bu yöntemde
sortunsuz değildir.tarih göstermiştir ki bir kişiye apacık gelen bir şey bir
başkası için hiçte öyle olmaya bilir.
4.Peirce’ ele aldığı dördüncü yöntem, bilim yöntemidir:ilk üçünde olmayan bazı avantajlara sahiptir. Öncelikle, bu yöntem
öznel düşüncelerimizin ötesinde, bizden bağımsız bir şeye gönderme yapmaktadır. Dahası, yöntem
kamusal olarak geliştirilebilecek ve kullanılabilecek bir yöntemdir. İlk üç
yöntemi aşındıran ve amacından saptıran “toplumsal dürtü”, burada tam tersine bir avantaja dönüşmektedir.
inanç ve şüphe
inanmak
ve şüphe etmek ilişkili de olsalar inanmak ve şüphe etmek edimleri arasında
farklar bulunduğu ortadadır. Bu farklar nelerdir?
Öncelikle,
inanmakla şüphe etmek esnasında yaşanılan duygu farklıdır.
ikinci olarak, genellikle şüphe etmekten kaçınmamıza
ya da şüpheden kurtulmaya çalışmamıza rağmen bir inanca sahip olmaktan dolayı
bir rahatsızlık duymayız; ta ki bu inancımızı sarsan
bir şeyle
karşılaşıncaya dek.
Üçüncüsü
ve belki de en önemlisi, inanmak ya da inanç oluşturmak bir alışkanlık iken şüphe etmek böyle bir alışkanlığın olmaması ya da kesintiye uğraması
durumuna karşılık gelir.
İnanmak
bir alışkanlığa sahip olmaktır ,şüphe etmek ise bir belirsizlik durumuna işaret
eder. Belirsizlik,
belli bir durumda hangi davranışı sergileyeceğinizi
tam olarak bilememeniz anlamına gelir. Bu nedenle, şüpheden kurtulmaya çalışırız.
Peirce şüpheden kurtulma ve inancın o tatmin edici rahatlığına ulaşma sürecini soruşturma olarak adlandırır. Daha önce de
vurguladığımız gibi, bizi şüpheden arındırıp inançlarımızı sabit kılmak
konusunda uzun vadede güvenebileceğimiz tek yöntem, bilimsel soruşturma yöntemidir.
Peirce
soruşturmanın üç özsel özelliğinden
söz eder: bir uyaran/ bir amaç ya da sonuç/bir de yöntem. şu ana kadar
söylediklerimizden hareketle, Peirce’ın bu üç unsurdan neyi anladığını çıkarmak
zor değildir.
Soruşturmanın
ü
uyaranı ,şüphe
ü
amacı ,kanaatlerin bir karara bağlanması
ü
yöntem ise bilimin ta kendisidir.
Doğruluk ve Gerçeklik
Peirce’ın yaklaşımında doğruluk, inanç ve şüphe cinsinden tanımlanmaktadır. Doğru bir inanç, sabitlik kazanmış bir inançtır. Ancak buradaki
sabitlik, geçici bir sabitlik değildir. şüphe tarafından sarsılamayacak mutlak
bir sabitliktir.Herhangi bir konuda araştırma yapanların, azimli bir biçimde
bilimsel yöntemi izlerlerse, nihaî olarak üzerinde anlaşacakları inançtır.Tüm
bu söylenenler itibariyle, doğruluğun bir tür ideal
olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü araştırmacılar, şu an için hangi konuda
uzlaşmış olurlarsa olsunlar, bunun değişikliğe uğrama olasılığı bulunmaktadır. Doğruluğun bir başka özelliği ise kamusal,
yani paylaşılabilir olmasıdır. Doğruluğu tek tek bireyler
değil, sorgulama ya da araştırmayı yapan topluluğun (bilim cemaatinin) çabası
belirlemektedir.Sonuç olarak, arzularımı tatmin etmemi sağlayan bu inanç, doğru
bir inançtır. Öte yandan, genel olarak doğruluktan bahsettiğimizde, Peirce
doğruluğun, araştırmacı ve sorgulayıcı cemaatin beklentilerini karşılayan ve
uzun vadede şüphe duyulmayan inanç olduğunu söyleyecektir.
Peirce’a
göre gerçeklik, herhangi birinin, onların ne
olduklarını düşünmesinden bağımsız olarak şeylerin sahip
oldukları özelliklerdir. Bu tanım “doğru”
görünmektedir. Öte yandan, bize neyin gerçek olup olmadığı konusunda bir ölçüt
vermemektedir. Peirce, az önce ifade ettiğimiz doğruluk anlayışından hareketle,
gerçekliğe ilişkin bir başka tanım daha vermektedir. Bu yaklaşıma göre gerçeklik, doğru
kanaatin öyle olduğunu söylediği şeydir. Doğru kanaat ise, daha sonra yapılan
bilimsel araştırmalarca değişikliğe uğratılmayan kanaattir. Peirce’a göre bilim,
gerçekliğin ölçütüdür.
Anlam
Peirce’ın
amacı, kendi deyişiyle, düşünsel kavramları açıklığa kavuşturmaktır. Düşünsel
kavramlar,
nesnel olgulara ilişkin kanıtlamalara zemin sağlar
Peirce,
fikirlerin açıklığa kavuşturulması söz konusu olduğunda, üç düzeyi birbirinden ayırt
eder.
lk
düzeyde bir fikirle aşina oluruz. Bu düzeyde, söz konusu fikirle
karşılaştığımız sıradan durumlarda söz konusu fikri tanırız.
ikinci
düzey, söz konusu fikrin tanımını ifade edebildiğimiz
düzeydir.
Üçüncü
düzey ise fikri kavramamızın pratik alanda sonuçlarının/etkilerinin
farkında olmamızı içerir.
Anlamlar
ne yaptığımıza, neyi hangi yöntemle ve ne ölçüde açıklığa kavuşturduğumuza bağlı
olarak değişebilir. Bu değişim olgusu, Peirce tarafından kabul edilir. Peirce’ın
dil anlayışı ile Darwin’in evrim kuramı arasındaki bağ da tam bu noktada berrak
hale gelir. Dil,
Peirce’a göre, evrime tâbîdir.
Öte yandan
gözlenebilir ve paylaşılabilir olan etkiler ve sonuçlar, anlam için esastır.
İşaretler
Peirce’a
göre işaretler, canlılar dünyasındaki en ilkel iletişimden en karmaşık dillere
kadar
her alanda karşımıza çıkar. işaretlerin ayırt edici özelliği, üçlü bir yapıyı
haiz
olmalarıdır.
Bir işaret bir yorumlayana göre bir nesneye işaret eder.
Peirce, “yorumlayan” terimi ile insanları, bilinç sahibi yorumlayanları
kastetmemektedir.
ü İşaretlerin birbirleriyle olan bağıntıları, dizilimleri,
hangi dizilimlerin bir dil oluşturduğu vb. konular dizimbilimin (sentaks);
ü işaretlerin neyin yerine geçtikleri, neyi temsil
ettikleri ve neye işaret ettikleri anlambilimin
(semantik);
ü işaretlerin o işaretleri kullanan ve yorumlayanlar
için sonuçları ve etkileri ise kullanımbilimin (pragmatik) konusunu
oluşturur.
Kısaca, Peirce’ın işaretlerin anlambilimi hakkındaki bazı sınıfandırmalarını
ele alalım. Peirce bir işaret ile işaret edilen nesne arasında üç farklı tür
bağıntı bulunduğ unu ifade eder.
ü Peirce ilk olarak indekslerden söz eder. Bu durumda, işaret ile işaret edilen
arasında nedensel bir bağıntı mevcuttur.Dumanın ateşe, bir yanaktaki kırmızı
beş parmak izinin atılmış bir tokata işaret etmesi gibi.
ü ikinci olarak
ikonlardan söz eder. Bu durumda, işaret ile işaret edilen nesne arasında bir
benzerlik bağıntısı bulunmaktadır.
ü Son olarak sembolleri ayırt eder. Bu durumda ise işaret eden ile işaret
edilen arasındaki bağıntı, uzlaşımsal ya da rastlantısaldır.
Örneğin, “kitap” sözcüğünde okumakta
olduğunuz kitaba işaret etmesini gerektirecek hiçbir bağıntı yoktur.
Peirce, yorumlayan olmaksızın bir işaretin bir nesneye işaret etmeyeceğini
düşünmektedir.
Bu noktada da yorumlayanların üç farklı türünü ayırt eder.
ü ilk olarak,duygusal yorumlayanlar, işaretlerle karşılaştıklarında
yoğun bazı duygular
hissederler.
Örneğin, futbol takımının renklerini taşıyan
bir nesne görünce çoşku hisseden bir taraftar. Burada, söz konusu duygunun
kendisi de bir işarettir.
ü
ikinci olarak, enerjik yorumlayanlar, bir işaretle karşılaştıklarında
belli bir fiziksel eylemi gerçekleştirirler.
Örneğin ,bir çavuşun emriyle belli hareketleri yapan askerleri .
ü
Üçüncü olarak, mantıksal yorumlayanlar gelir. Peirce’ın özellikle üzerinde durduğu yorumlayanlar bunlardır.
Öncelikle, mantıksal yorumlayanlar da işaretlerdir.
Örneğin, bir sözcüğün sözlükteki karşılığı, sözcüğün (işaretin) mantıksal
yorumlayanı dır ve kendisi de bir işarettir.
Ancak,
işaret etme süreci bu noktada sonlanmaz. Bir başka deyişle, sözcüğün sözlükteki
karşılığı nihaî veya son yorumlayanı olamaz. Başka bir deyişle, nihaî bir
yorumlayan var mıdır?
Peirce’a
göre nihaî yorumlayan, bir alışkanlık veya bir yatkınlıktır. Burada, düşünsel kavramların açıklığa kavuşturulması sürecinde karşılaştığımız
durumla tutarlı bir cevapla karşılaşmış oluyoruz.
Tüm bu
tartışmanın önemli bir sonucu, işaretlerin bir işaretler dizgesi içerisinde bir
anlamı haiz olduklarıdır. Diğerlerinden yalıtılmış olarak bir işaretin anlamından
söz edilemez. Bir diğer önemli sonuç ise, düşünsel etkinliğimizin eylemlerle ilişkili
olarak tanımlanması ve düşünsel yaşantımızın amacının ihtiyaçlarımıza cevap veren
alışkanlık ve davranış biçimlerini geliştirmekten ibaret olmasıdır.
JOHN DEWEY (1859-1952)
Dewey,
tüm yapıtlarında evrim kuramının sonuçlarını ortaya koymaya çalışmıştır.
Darwin’in Etkisi
1909
yılında Dewey, “The Inşuence of Darwinisim on Philosophy” başlıklı bir ders verir.
Bu
derste,Darwin’in Türlerin Kökeni adlı eserinin doğa bilimleri
üzerindeki etkilerindense felsefe üzerindeki etkilerini ön plana çıkarır. “Tür” ve “köken” terimlerinin eserin adında bir
araya getirilmesinin başlı başına “düşünsel bir devrim” olduğunu öne sürer.
Bu
devrimin mahiyetini anlayabilmek için, Antik Yunan düşüncesinde ortaya konulan
varlık anlayışı hakkında birkaç söz söylememiz gerekir. Antik Yunan düşüncesine
rengini veren ve Batı Felsefesi’nin iki önemli figürü, Platon ve Aristoteles üzerinde
derin etkisi olan Parmenides, varlığı zamanın şartlarına tâbî olmayanla,bu itibarla da kalıcı
olanla özdeşleştirmiştir. Varlık, özü itibariyle düşünseldir ve duyusal olanın
geçiciliğine ve değişkenliğine karşıt olarak kalıcıdır. Bu düşünüş tarzı, belli
farklılıklarla Platon’un idea ve Aristoteles’in form (Yun. eidos) anlayışlarında
etkisini sürdürür.
Bu tarihsel arka planı dikkate alan Dewey, Darwin’in eserinin bu çerçeveyi kökten biçimde değiştirdiğini öne sürer. Bu durumda felsefenin
mahiyeti de kökten biçimde değişmelidir. Yeni felsefe, mutlak
kökenler ya da mutlak gayeler peşinde koşmamalıdır.
Yani Deweye göre Darvinin evrim kuramının felsefe tarahi
bakımından önemi tür ve köken kavramlarını ilişkilendirerek türlerin ve
formaların mutlaklığına olan inancı sarsmış olmasıdır.
Dewey’in felsefenin mahiyetine ilişkin görüşleri bir yandan
epistemolojinin bir yandan da değerler kuramının doğallaştırılmasını
içermektedir. Doğallaştırma ile burada, doğanın ve doğanın içerisinde bulunduğu
evrimsel değişimin bir parçası haline getirmek kastedilmektedir.
Bilgibilimin Doğallaştırılması
Dewey, her türlü düşünsel soruşturmanın, eninde sonunda bir tür
problem çözme etkinliğine dayandığını düşünmektedir. Düşünme süreci karmaşık,
şüpheli, muğlak veya sorunlu bir noktadan kurtulmamızı içerir. Sonuçta daha
basit, kesin, açık ve sorunsuz bir noktaya kendimizi taşırız.
Bu yaklaşımın arka planında bazı varsayımlar yer almaktadır, öncelikle
Dewey’e göre biz insanlar dünyanın edilgin izleyicileri değilizdir. Kendimizi
dünyaya katılan, onun bir parçası olan ve sürekli dünyayla etkileşen varlıklar olarak düşünmemiz daha doğrudur. Klasik felsefe
anlayışları, bilen ile bilinen arasında keskin bir ayrım yapmakta ve bunun
sonucunda içinden çıkılmaz bilgibilimsel sorunlar yaratmaktadır. Dewey, temsile dayalı bilgibilimsel anlayışlara şiddetle karşı çıkmaktadır.
Dewey’e
göre biz insanlar,doğa ile etkileşimimiz içerisinde sürekli varsayımlar oluşturmakta,
bunları sınamakta ve bu varsayımlar arzu edilir sonuçlar ürettiği ölçüde onları
kullanmaya devam etmekteyizdir. iyi bir varsayım, zamanın testlerine dayanan ve
bu itibarla da işe yarayan bir varsayımdır.Düşünme etkinliğini bu biçimde ele
almak, geleneksel bilgi anlayışı ile bir karşıtlık oluşturmaktadır. Herhangi
bir anda, bilgimizin mutlak anlamda kesin olmasını istemek anlamsızdır. Belli
bir anda en kesinmiş gibi görünen inançlarımız bile, gelecekte bu
kesinliklerini yitirebilir. Kesinliğe farklı ve karşıt yaklaşımları ile
birbirlerinden ayrılan ampirisist (deneyci) ve rasyonalist (akılcı) felsefe anlayışlarının her ikisi de bu itibarla, Dewey’e göre
sorunludur.
Doğa ve Doğa Bilimi
Dewey’in
bilgi anlayışı, klasik felsefeninkinden farklı bir doğa bilimi ve doğa anlayışını
da beraberinde getirmektedir. insanları doğanın edilgin izleyicileri olarak almak,
beraberinde, zihinsel olarak temas ettiğimiz içeriklerin ötesinde kendi başına
bir nesnellik olduğunu çağrıştırmaktadır.
Farklı
bilim dallarında kullanılan farklı fikirler, kavramlar ve yöntemler, kendi
amaçlarımıza ulaşmak,
karşılaştığımız
sorunları çözmek üzere kullandığımız araçlardan ibarettir. Çözmeye çalıştığımız
problemlere göre bu araçlar, çeşitlilik göstermektedir. Dewey’in bilgiye ve bilime
yönelik bu yaklaşımı, araçsalcılık olarak adlandırılmaktadır.
Değerlerin Doğallaştırılması
Değerler
söz konusu olduğunda Dewey’e göre, iki farklı yol izlenmiştir. Bir grup düşünür,
değerleri doğanın ötesinde veya üzerinde bir kaynakla
(Tanrı, saf akıl vb.) özdeşleştirmeye çalışırken;
bir
ikinci grup, öznel bir zemin (arzuların
tatmin edilmesi, hazlar vb.) arayışına girişmiştir.
Dewey,
her iki yaklaşımın da ötesine geçmeye çalışmaktadır. Kendi bakış açısıyla
uyumlu olarak, değerleri doğal bir biçimde açıklamaya çalışmakta ve fakat bireysel öznel
tercihlere terk etmek istememektedir.Dewey’in bu konudaki yaklaşımı, bilimsel
varsayımlara ilişkin yaklaşımına benzemektedir: Herhangi bir anda, mutlak bir
kesinliğe yer vermemek ve buna rağmen ilerlemeyi olanaklı kılmak.
Değerler
söz konusu olduğunda bu nasıl başarılabilir? Dewey, bu noktada çıkış yolunu,
akla dayalı davranışlarla konuyu ilişkilendirmekte bulmaktadır.
Dewey’a
göre, mutlak anlamda değerli olan bir şeyden, akla dayalı bir sorgulamadan bağımsız
olarak söz etmek mümkün değildir. Bu konudaki yaklaşımını, Peirce’ın yaklaşımı
ile ilişkilendirebiliriz. Kendinde iyi olana en yakın düşen şey, bilim topluluğunun
arzu edilir ve iyi olduğu konusunda uzlaştığı şeydir.Bu itibarla, insanların
etkinlikleri ile düşünceleri ya da sahip oldukları değerler
arasında,
karşılıklı bir etkileşim ve bağımlılık söz konusudur. Bu etkileşimlerden bağımsız
kesinlikler ve değerler aramak, pragmatizmin ruhuna tamamen ters düşmektedir.
e-öğrenme alıştırma soruları
Soru 1:
Amerikalı psikolog ve
felsefeci William James'in geliştirdiği kuramın adı nedir?
- Toplumsal Darwincilik
- Elektromanyetizm
- İşlevselcilik
- Pragmatizim
- Evrim kuramı
CEVAP:C
Soru 2:
Pierce'in ilgi alanı
olan 'abdüktif çıkarım' günümüzde nasıl anılmaktadır?
- Akıl yürütme ile en açıklamaya ulaşma
- Tümevarım ile en iyi çıkarımı yapma
- Tümdengelim ile en doğru çıkarımı yapma
- Hipotez kurmak
- Niceleme mantığı geliştirmek
CEVAP:A
Soru 3:
Pierce'ı önemli kılan
düşünce biçimine ne ad verilir?
- Empiricism
- Pragmatizm
- İnstrumentalizm
- Olasılık kuramı
- İdealism
CEVAP:B
Soru 4:
Evrim kuramını kim
geliştirmiştir?
- Spencer
- Daewin
- Newton
- James
- Pierce
CEVAP:B
Soru 5:
Aşağıdakilerden hangisi
Pierce'in inancın sabitlenmesi konusunda bahsettiği dört yöntemden biri değildir?
- İnatçılık
- Otorite yöntemi
- Doğal tercihler yöntemi
- Bilim yöntemi
- A posteriori yöntem
CEVAP:E
Soru 6:
Pierce şüpheden kurtulma
ve inancın o tatmin edici rahatlığına ulaşma sürecini ne olarak adlandırır?
- Soruşturma
- Alışkanlık
- İnanma
- Güvenme
- Düşünme
CEVAP:A
Soru
7:
Aynı yetkinliğe sahip
açıklamalar arasında daima daha yalın olanı tercih etmek ve var olanların
sayısını gereksiz yere arttırmamak olarak tanımlanan açıklama yöntemlerine
ilişkin ilkeye ne ad verilir?
- Deductive
- İnductive
- Bilim yöntemi
- Ockham'ın usturası
- Pratik yöntem
CEVAP:D
Soru 8:
Dewey'ın bilgiye ve
bilime yönelik yaklaşımı nasıl adlandırılır?
- Araçsalcılık
- Uzlaşımcılık
- Deneycilik
- Eylemsizlik
- Akılcılık
CEVAP:A
Soru 9:
Aşağıdakilerden hangisi
Dewey'e göre doğrudur?
- Fiziğin kavramları ve kuramları diğer bilimlere
göre önceliklidir
- Fizik dünyanın özünü bize sunar
- Fizik dahil hiçbir bilim dalı öncelikli değildir
- Fizik bir bilim olarak önceliklidir
- Zihinsel olarak temas ettiğimiz içeriklerin
ötesinde kendi başına bir nesnellik vardır
CEVAP:C
Soru 10:
Dewey'ın tür ve köken
kavramlarını ilişkilendirerek, türlerin ve formların mutlaklığına ilişkin
inancı sarsan kuram aşağıdakilerden hangisidir?
- Maxwell'in elektromanyetizm kuramı
- Darwin'in evrim kuramı
- Cantor'un kümeler kuramı
- Frege'nin niceleme kuramı
- Marx'ın iktisat kuramı
CEVAP:B
ÜNİTE :2 MATEMATİĞİN
TEMELLERİNDEN ANLAM BİLİME :FREGE
TARİHSEL ARKA PLAN
Bilindiği gibi Kant kendi
transandantal felsefesinde metafiziğin olanağını sorgulamış ve spekülatif metafiziği kıyasıya eleştirmişti.Kantçı metafiziğin merkezinde
ise Kant’ın sentetik a priori olarak adlandırdığı yargılar yer alıyordu.
Kant’a göre matematiğin yargıları (“3 ile 5’in toplamı 8’dir.” veya “Bir üçgenin iç açılarının toplamı
180 derecedir.” gibi), ve
Kuramsal fiziğin temelinde yer alan yargılar (“Tüm olaylar bir nedene
göre gerçekleşir.”)gibi
evrensel zorunluluğa ve nesnel geçerliliğe sahip sentetik a priori yargılardı.
Kantçı metafiziğin eleştirisi üzerinden dilin ve dilin mantığının
felsefenin odağına yerleşmesi süreci, analitik felsefenin doğduğu süreç olarak
kabul edilebilir.Bir bakıma, Kant’ın eleştirileri üzerinden bir tür metafiziğin
elenmesinin ardından Kant’ın savunduğu biçimiyle metafiziğin elenmesi, analitik
felsefenin gelişimi açısından belirleyici olmuştur.
Metafiziğin bu ikinci versiyonunun elenmesi sürecin de Anmak
istediğimiz gelişmelerden ilki, Euklidesçi olmayan geometrilerin keşfedilmesidir.
bir başka gelişme ise Einstein’ın özel ve genel görelik kuramını ortaya koymasıdır.
Bu gelişmelere paralel bir başka gelişme ise matematiksel mantık
alanında gerçekleşmiştir. Matematiğin mantığa indirgenebileceği ve bu itibarla
da matematiğin önermelerinin analitik olduğunun gösterilmesi, özellikle Gottlob Frege’nin çalışmaları ile ivme kazanmıştır.
Ünlü Alman felsefecisi Kant 1781 yılında yayımladığı Kritik der reinen
Vernunft
adlı eserinde, metafiziğin olanaklı olup olmadığını sorgulamış ve
aklın kendi
sınırları içerisinde neyi bilip bilemeyeceği sorusuna bir yanıt
aramıştır. “Kritik”
terimi, Antik Yunanca’da “sınır çizmek” kökünden türemiş bir
sözcüktür. Bir anlamda Kant akla, aklın içinden bir sınır çizmeye çalışmıştır.
SENTETİK A PRİORİ TARTIŞMASI
Kant’ın Yargıları Sınışandırması
Kant’a göre yargı, düşünme yetisinin bir edimidir. Dil
felsefesinin gelişim süreci içerisinde Kant’ın yargılara ilişkin sınışandırması,
önermelere uygulanmıştır.
Hatırlanacağı üzere Hume, bilgimizin sınışandırılmasından
söz ederken fikirlerin
bağıntılarına dayalı doğrular ile olguları ifade eden doğrular
arasında bir ayrım yapmıştır.
Tüm anlamlı önermeleri ya da yargıları, bu ikili sınışandırmanın kuşattığını,
bunun dışında kalan herhangi bir ifadenin ise anlamsız olduğunu
öne sürmüştür.
Kant, kendi sınışandırmasını iki farklı boyutta gerçekleştirmiştir.
ü Birinci boyut, bilgibilimle; Birinci boyuta göre, bir yargının doğruluğuna karar
verebilmek için ampirik deneyime
ihtiyaç yoksa bu yargı, a priori;
eğer ihtiyaç varsa, a posteriori olarak adlandırılır.
ü ikinci boyut ise anlambilimle ilgili olarak görülebilir. ikinci boyuta göre ise
yargıda, özne konumunda olan kavram içerisinde yüklem konumunda olan kavram
içeriliyorsa söz konusu yargı, analitik;
içerilmiyorsa, sentetik olarak
adlandırılır.
Kant, bu ikili sınışandırmadan hareketle dört farklı yargı türü
belirlemiştir.
Öte yandan, analitik ve a posteriori yargılar bulunmamaktadır.
Geriye analitik a priori,
sentetik a posteriori ve sentetik a priori yargılar
kalmaktadır.
Hume’un fikirlerin bağıntılarına dayalı doğruları, Kant’a göre
analitik a priori yargılarca karşılanmaktadır. Bunlar, genel mantıksal
yargılardır.
Hume’un olguları ifade eden
doğruları ise sentetik a posteriori yargılara karşılık gelmektedir. Ampirik içeriği
olan tüm yargılar ise sentetik a
posteriori yargılardır.
Kant’ın analitik a priori yargılara “Tüm cisimler uzamlıdır” yargısını
örnek vermektedir.
Analitik olan bir yargının doğrulanması için, deneyime başvurmamıza
ihtiyaç yoktur.
Kant’a göre herhangi bir yargının analitik ve a priori olabilmesi, adı üstünde bir yargı olabilmesine, yani bir yargı
edimi ile kavranılmasına bağlıdır.
Analitik felsefenin merkezînde yer aldığı biçimiyle anlambilim, psikolojist yaklaşımların bir eleştirisine dayanmaktadır. Psikolojist yaklaşımlar,
öznel psikolojik edimlerden bağımsız nesnel içeriklerin bulunmadığını savunur.
I
Kant’ın transandantal felsefesi dâhilinde ilginç
ve yeni olan, sentetik ve a priori yargılardır.
·
Kant’a göre analitik yargılar, sahip
olduğumuz bir kavramda içerilen bilgiyi açıklayıcı bir özelliktedir.
·
Sentetik yargılar ise bilgimizi genişletir.
·
Sentetik a priori yargılar, hem bilgimizi genişletmekte hem de duyu deneyimine
ihtiyaç göstermeksizin doğru olabilmektedir.
Kant’a göre, öncelikle matematiğin yargıları sentetik ve a priori’dir.
·
Sentetik a posteriori yargıların doğru olabilmesi için, özne ve yüklem
konumundaki kavramları birbirine bağlayan üçüncü bir şeye, deneyimde mevcut bir nesneye ihtiyaç vardır.
·
Sentetik a priori yargılar söz konusu olduğunda ise bu üçüncü şey, uzay ve zamanın
saf görüsüne dayanarak inşa edilen a priori nesnelerdir.
Söz konusu inşa, apriori bir zemine dayandığı için, matematiğin sentetik yargıları, a priori olarakdoğrudur. Kant’a
göre, geometrinin aksiyomları, bu itibarla sentetik ve a priori’dir.
Sentetik ve a priori olmaları
itibariyle de evrensel zorunluluğa ve nesnel geçerliliğe sahiptir.
Kant’ın bu kuramının genel kabul gördüğü 19. yüzyılın ilk yarısında,
bu kuramı sarsacak bir gelişme yaşanır. Euklidesçi olmayan geometriler keşfedilir.
Euklidesçi Olmayan Geometriler
Euklides, Unsurlar adlı eserini, M.Ö. 300 yıllarında
yazdı. İnsanlık tarihinin en ünlü ve belki de en çok okunan kitaplarından
birisi olan bu kitap, beş aksiyoma dayanarak pek çok geometri teoreminin ispat
edilmesini içeriyordu.
1. Bir noktadan bir başka noktaya doğru bir çizgi çizilebilir
2. Bir doğru çizgi üzerinde sonlu ve sürekli bir doğru parçası
çizilebilir
3. Belli bir noktayı merkez ve herhangi bir uzunluğu yarıçap
olarak alarak bir çember çizilebilir
4. Tüm dik açılar birbirine eşittir.
5. İki doğru bir doğru ile kesildiğinde, kesenin bir tarafında oluşan
iki iç açının toplamı 180 dereceden küçükse, bu iki doğru bu 180 dereceden
küçük açıların bulunduğu tarafta kesişir.
Görüldüğü gibi,ilk dört aksiyomun basitliği ve açıklığına karşın
beşinci aksiyom daha karmaşık duruyordu.Bunun üzerine bazı matematikçiler
beşinci aksiyom üzerine çalışmalara giriştiler.
ü Proclus (410-485), Unsurlar üzerine bir şerh kaleme aldı ve beşinci aksiyomun ilk
dördünden türetilmesine ilişkin çabalara yer verdi. Ptolemy’nin (Batlamyus)
yanlış bir ispat verdiğini de belirtti. Kendisi de bir ispat vermeye çalıştı
fakat bu ispat da yanlıştı. Öte yandan, beşinci aksiyoma eşdeğer bir başka
aksiyom öne sürdü:Bir doğru ve bu doğru üzerinde olmayan bir nokta verildiğinde,
bu noktadan geçen ve doğruya paralel olan bir ve yalnız bir doğru çizilebilir.
ü Proclus’un bu postülası, 1795’te John Playfair’in yazdığı bir şerhten sonra, Playfair’in aksiyomu
olarak anılır oldu. Playfair, kendi şerhinde beşinci aksiyomun kendi aksiyomu
ile değiştirilmesini öneriyordu.
ü Girolomo Saccheri tarafından 1697 tarafından
bir ispat gerçekleştirildi.Saccheri, beşinci aksiyomun yanlış olduğunu varsayıp
buradan hareketle bir çelişki türetmeye çalışmıştı. Paralel iki doğruyu kesen
doğrunun 90 dereceden azbir açı yaptığı varsayımı altında, Euklidesçi
geometriye ait olmayan birçok teoremi ispatladı.
ü 1766 yılında Lambert, Saccheri’ye benzer bir yöntem izledi. Ancak onun
amacı,bir çelişki ortaya koymak değildi. Lambert, dar açı varsayımı altında,
bir üçgenin alanı azaldıkça iç açılar toplamının arttığını gösterdi.
ü Legendre yaşamının neredeyse 40 yılını paralel aksiyomuna ilişkin
araştırmalara vakfetti. Eléments de Géométrie adlı kitabının ekinde, Euklides’in beşinci aksiyomun“Bir üçgenin
iç açıları toplamı iki dik açısın toplamına eşittir.” aksiyomuna eşdeğ er
olduğunu gösteren bir ispat verdi. Legendre’in ispatı, tıpkı Saccheri’nin
ispatı gibi, doğru çizgilerin sonsuz olduğu varsayımına dayanıyordu ancak bu
yanlışlığı Legendre fark etmemişti.
Tüm bu sonuçsuz çabalar karşısında D’Alembert, paralel aksiyomuna ilişkin
sorunları “temel geometrinin
skandal” olarak adlandırdı
Belkide bu paralel aksiyomunun ardında yatan sorunu ilk anlayan matematikçi, Gauss olmuştu.
ü Gauss, 1792 yı lından itibaren paralel aksiyomu üzerinde çalışmaya
başlamıştı. 1813 yılında “Paraleller kuramı konusunda şu anda bile Euklides’ten
ileride değiliz. Bu matematiğin utanç verici bir kısmıdır...” demek zorunda
kaldı.1817’ye gelene kadar Gauss, beşinci aksiyomun diğer dördünden bağımsız
olduğuna kani olmuştu.
ü Gauss’un doktora öğrencilerinde olan Riemann, 10 Haziran 1854 tarihinde verdiği açılış dersinde, yeni bir
geometri anlayışından söz etti. Riemann bu konuşmasında, bir doğruya kendi
dışındaki bir noktadan hiçbir paralelin çizilemeyeceği “küresel” geometriyi
anlattı. Riemann, Euklidesçi olmayan geometrilerin göreli olarak tutarlı
olduğunu gösterdi: Euklidesçi olmayan geometriler, ancak ve ancak Euklidesçi
geometri tutarlı ise tutarlıdır.
ü Euklidesçi olmayan geometrilerin bir modele sahip
olabileceğini ilk kez Eugenio Beltrami ortaya koydu. 1868 yılında yazdığı, Essay on the interpretation of non-euclidean
geometry adlı eserinde Beltrami 3
boyutlu Euklides geometrisi içerisinde, 2 boyutlu Euklidesçi olmayan geometri
için bir model ortaya koydu. Bu model, sahte küre adı da verilen ve bir
traktriksin asimptotu üzerinde döndürülmesi ile elde edilen bir yüzeydi.
ü Daha sonra Klein, 1871 yılında Riemann’ın, Euklidesçi olmayan geometrisi de dâhil
olmak üzere tüm Euklidesçi olmayan geometriler için birer model ortaya koydu.
Klein, temel olarak üç farklı
geometri olduğunu gösterdi:
1.
Bolyai, Lobachevsky geometrisinde
doğru çizgiler iki sonsuz uzaklıkta noktaya sahiptir.
2.
Riemann geometrisinde böyle
sonsuz uzaklıkta bir nokta bulunmamaktadır.
3.
Euklides geometrisinde ise her
bir çizgi için üst üste çakışan iki sonsuz uzaklıkta nokta vardır.
Geometrinin Aksiyomlarının Mahiyeti
Euklidesçi olmayan geometrilerin keşfedilmesi, beraberinde şu
soruyu getirmiştir: Söz konusu geometriler özellikle beşinci aksiyom dikkate alındığında
birbiriyle çelişik ifadeler içermektedir.Dolayısıyla bu geometriler
birbirleriyle tutarlı olmayan, aynı yorum altında doğru olamayacak, önermeler
içermektedir.
Kantçı felsefeciler, Euklidesçi olmayan geometrilerden haberdar
olduklarında iki tür tepki vermişlerdir:
·
Öncelikle bu geometrilerin
düşünsel açıdan olanaklılığını kabul etmiş ancak, sadece Euklidesçi geometrinin
görünün biçimini belirlediğini ve dolayısıyla, nesnel geçerliliğe sahip olduğunu
öne sürmüşlerdir.
·
ikinci olarak da Euklidesçi
olmayan geometrilerin tutarlı olmayabileceğini yani, zaman içerisinde
çelişkiler barındırdığının gösterilebileceğ ini savunmuşlardır.
Ancak tarihsel gelişmeler, bu iki savın da geçersizliğini ortaya çıkarmıştır.
Tüm bu gelişmelerin sonucunda, geometrinin aksiyomlarının, sentetik a priori yargılar olduğu düşüncesi savunulamaz bir hale gelmiştir.
Öyleyse, geometrinin aksiyomlarının anlambilimsel ve bilgibilimsel statüsü hakkında
ne söylenecektir? Nasıl bir felsefî çerçeve içerisinde bu soru yanıtlanabilecektir?
Bu konuda yürütülen bir tartışma, geometrinin aksiyomları içerinde adı geçen “nokta”,
“düz çizgi” gibi temel terimlerin mahiyeti ile ilgilidir.
Bir yandan Frege ve matematikçi ve felsefeci David Hilbert diğer yandan da Russell ve
Fransız fizikçi ve felsefeci Henry Poincaré bu konu etrafında bir tartı şmaya girişmişler ve mektuplaşmışlardır.
ü
Poincaré, 1880’lerden itibaren geometrinin aksiyomlarının ne
olgusal bir içeriğe sahip olduğunu ne mantıksal bir zorunluluğ u ifade ettiğini
ne de sentetik a priori yargılara dayanmakta olduğunu ve fakat “örtük tanımlar” olduğunu savunmuştur.
ü
Hilbert’te benzer bir biçimde, geometrinin aksiyomlarının
tanımlar olduğunu ifade etmiştir.
lginçtir ki matematiğin mantığa indirgenmesini savunan iki önemli ad, Russell ve Frege, bu yaklaşımlara karşı çıkmışlar
ve uzun bir süre geometrinin aksiyomlarının tanımsal olmayacağı
konusunda, sırasıyla Poincaré ve Russell’ı ikna etmeye çalışmışlardır.
Felsefenin dilin sınırları içerisine çekilmesi sürecine son noktayı
ise Wittgenstein Tractatus
adlı eserinde koyacaktır.
Görü ile nesneler ile dolaysız olarak (kavramların
dolayımı olmaksızın) temas ettiğimiz bir mekân ya da ara yüz kast edilmektedir.
Söz konusu nesnelerin (Platoncu nesneler ya da idealar gibi) duyusal alanda
mevcut olmamaları durumunda söz konusu görü “entellektüel” (“aklî”) sıfatını
almaktadır.
Aritmetiğin Mantığa indirgenmesi
Matematiğin sentetik a priori yargılara
dayandığı düşüncesinin eleştirisinin bir diğer ciheti ise aritmetiğin
önermelerinin analitik a priori olduğunun
gösterilmesini içermektedir. Bu önemli adımın atılması ve bir bakıma aritmetiğin
dilsel – mantıksal olana indirgenmesi sürecinde en önemli katkı hiç şüphesiz
Gottlob Frege’den gelmiştir.
FRIEDRICH LUDWIG GOTTLOB FREGE (1848 - 1925)
Frege, çalışmalarının odağını, mantığa ve bununla bağlantılı
olarak felsefeye kaydırmış bir matematikçidir. Bazıları, kendisini analitik
felsefenin kurucusu olarak kabul eder. Matematiğin temelleri ve mantık üzerine
yaptığı çalışmalar, Giuseppe Peano ve Bertrand
Russell tarafından gelecek nesillere aktarılmıştır.
Wittgenstein, Tractatus’ta Frege’nin
çalışmalarından övgüyle söz etmiştir.
Frege, 1874’ten 1918’e kadar süren
akademik çalışmalarının büyük bir bölümünü tek bir amaca hasretmiştir. Aritmetiği
mantığa indirgeyerek sağlam bir temele oturtmak.
1879 yılında yayımladığı Begriffsschrift (Kavram
Yazısı) adlı eserinden 1906 yılında
Russell’ın kendisine gönderdiği ve kurduğu sistemin bir paradoks içerdiğini
gösteren mektuba kadar, neredeyse tamamen bu amaç için çaba sarf etmiştir.
Mantık ve Aritmetiğin Temelleri
Frege’nin, aritmetiği mantıksal olana indirgeme projesi, hem sayıların
tek tek tanımlanmasını hem de sayıların sırasının yakalanmasını içermektedir.
Ancak, sayıların tek tek tanımlanması çabasına öncelikli bir
biçimde 1879 tarihli eserinde (Begriffsschrift) bir dizideki sıra kavramının mantıksal sonuç kavramına indirgenebileceğini
göstermeye çalışmıştır. Frege’nin bu eseriyle geliştirmeye başladığı ideografi
fikri, biçimsel mantığın gelişiminde de bir dönüm noktası olmuştur.
Begriffsschrift, fonksiyonlar ve değişkenlerin biçimsel bir dil içerisinde temsil edilebilmesini
sağlıyordu. Frege, matematiğin mantığa dayandığını ve mantığın içerisinden geliştiğini
göstermeye çalışıyordu.
Klasik mantık, mantık değişmezleri ile ilgili bir ilerleme sağlamış
olsa da özellikle “tüm” ve “bazı” gibi ifadeleri içeren önermelerin ele alınışı,
yeterince ayrıntılı değildi. Frege’nin geliştirdiği niceleme mantığı, tüm bu sorunları kökünden halletmiş ve modern mantığın gelişiminde yeni bir başlangıç olmuştur. Frege, çıkarımların
temsil edilmesinde tamamen mantıksal bir dizge oluşturmayı hedeşemektedir. Bu
dizge içine görüsel olan hiçbir unsurun sızmasına izin vermeyecektir. Frege’nin
daha geniş bağlamdaki amacı ise aritmetiğin mantığın bir alt dalı olduğunu
göstermektir. Aritmetiğin doğru önermeleri, birer mantık teoremi olarak ve mantıksal
bir dizgenin olanakları içerisinde ispatlanabilir.Öncelikle sayı ifade eden bir
önermeyi dikkate alalım. Frege’nin bu tür önermelerle ilgili yaptığı ilk
tespit, bu önermelerin “kavramlarla ilgili” bir şey söylediğidir. Bir nesnenin herhangi bir
sayal sayı kadar olduğunu söylemek, esasen belli bir kavramın altına düşen
belli bir sayıda nesne olduğunu söylemektir..
Frege, geliştirdiği niceleme mantığı içerisinde karmaşık
matematiksel önermeleri ve bu önermeleri içeren mantıksal çıkarımları temsil
edebilme olanağına sahip olmuştur. Dolayısıyla sıra, tek tek sayıların tanımlanmasına
gelmiştir.
Projesinin bu kısmına giriş olarak Frege, 1884 yılında Die Grundlagen der Aritmetik’i (Aritmeti-ğin
Temelleri) yayımlar..Birçok felsefe tarihçisine
göre Grundlagen yazılış biçimi, kanıtlamaların sunuluşu vb.
itibariyle felsefe tarihinde yazılmış en başarılı analitik metinlerden
birisidir.
Daha sonra bir süre, ilk iki kitabında öne sürdüğü kavram ve nesne
anlayışını netleştirmek üzere çalışır. Bu çalışmalarının sonuçlarını 1891 yılında
verdiği Funktion und Begriff
(Fonksiyon ve Kavram) başlıklı
derste sunar. Aritmetiğin temellerine ilişkin yaklaşımının artık olgunlaştığına
ikna olduğundan, söz konusu temellerin biçimsel bir sunumunu yapmaya karar
verir ve Grundgesetze der
Aritmetik’in (Aritmetiğin Temel Yasaları) ilk cildini 1893 yılında yayımlar. Grundgesetze biçimsel ve teknik bir metindir. Felsefî tartışmalar ve temellendirmeler
yoktur. Birinci kısımda, sadece kullandığı biçimsel dilin anlambilimine ilişkin
bir sunum bulunmaktadır. ikinci kısım ise ayrıntılı türetimleri içerir. Sonlu
sayal sayılar olarakdoğal sayıların inşası gerçekleştirilir.
.
Russell Paradoksu
Frege’nin projesinin son aşaması, Frege’nin mantıksal olarak kabul
ettiği aksiyomlardan
aritmetiğin yasalarının türetilmesini içermektedir. Frege söz
konusu bu türetimleri yaparken, kendisinin Temel Yasa V olarak adlandırdığı bir yasaya
müracaat etmiştir.
Temel Yasa V’in özel bir durumu yüklemlere ve yüklemlerin
kaplamlarına uygulanabilir.
Frege, bu yasayı mantıksal ve aşikâr kabul etmiş ve bu yasadan Hume’un
eşsayılılık ilkesinin ve Peano’nun aritmetiksel aksiyomlarının türetilebileceğini göstermeye çalışmıştır.
Temel Yasa V’ten aritmetiğin aksiyomlarının türetilmesi bugün Frege’nin Teoremi olarak anılmaktadır.
Frege, Grundgesetze’nin ikinci cildini yayımlamaya hazırlanırken Russell, kendisine
bir mektup yazar ve Temel Yasa V’ten bir paradoksun türetilebildiğini
ifade eder.
Russell, “kendi kendisinin elemanı
olmayan kümelerin kümesi”nin Frege’nin dizgesi içerisinde tanımlanabileceğini,
ancak böyle bir kümenin kendisinin hem elemanı olacağının hem de elemanı
olamayacağının gösterilebildiğini, dolayısıyla bir çelişkinin ortaya çıktığını
gösterir. Frege sorunu kabul eder ve bir çözüm olmak üzere bir Ek bölüm kaleme
alır. Çözüm Temel Yasa V’te bir değişiklik önermektedir.
Frege’nin Projesinin Önemi
Neden Frege analitik felsefenin kurucusu kabul edilir?
Frege, geliştirdiği kavram yazısı ve niceleme kuramıyla modern mantığın kurucusudur.
Bu itibarla, analitik felsefe üzerindeki etkisi tartışma
götürmez.Kendisi, yazdığı metinlerde son derece kanıtlamacı bir üslup kullanmış
ve analitik felsefe metinlerinin ilk örneklerini vermiştir. Bu bakımdan da
etkisi son derece önemlidir. Analitik felsefe, felsefî açıdan önemli konuların
dilin ve dilin mantığının sınırları içerisinde çözümlenebileceğini; bu sayede
anlaşılır kılınacağını ve çözülebileceğini düşünmek demektir. Bu, aynı zamanda
dili aşan, dilin ve dilin mantığının dışında kalan metafiziksel bir içeriğin de
reddedilmesi anlamına gelmektedir.
Bu itibarla Frege’nin sayal sayıların mahiyeti konusunda yaptığı
çalışma analitik felsefe bakımından yaşamsal önemdedir.
Frege’nin projesinin temel mesajı, sayının bu anlamlarda bir nesne olmayıp, ikinci derece
yüklemler mantığında tanımlanabilen bir kavram olduğudur. Aritmetik,
mantığa dayanmaktadır ve aritmetiksel önermeler, analitik önermelerdir. Bu açıdan
bakıldığında, analitik felsefenin çıkış noktasını Frege’nin projesinin oluşturması
anlaşılır olmaktadır.
Öte yandan Frege, aritmetiğe ilişkin projesini gerçekleştirme
sürecinde sadece
modern mantığın kuruluşunu gerçekleştirmemiştir. Günümüz dil
felsefesinin temel
kavramlarını da yaptığı yan çalışmalarda oluşturmayı başarmıştır.
Frege’nin Dil Felsefesine Katkıları
Nesne ile kavram arasında Frege’nin yaptığı ayrım, özellikle
niceleme mantığının kuruluşunda esas teşkil etmiştir. Ancak, Frege’nin dil
felsefesinin gelişimi bakımından
belki de en önemli etkisi, Sinn (“anlam”) ve Bedeutung (“gönderim”;
“gönderge”ya da “yönletim”) arasında yaptığı
ayrım olmuştur.
Anlam ve Gönderim
Frege’nin konuyla ilgilenmesinin temel nedeni, cebirsel özdeşliklerin
ifade edilişindeki
sorunları ele almaktır. “a=a” gibi bir özdeşlik ifadesinde bir
sorun yoktur. Ancak, “a=b” biçiminde yazılan bir özdeşliğin nasıl olup da doğru
kabul edilebileceği bir sorun teşkil etmektedir.
1892 yılında yazdığı “Über Sinn und Bedeutung” başlıklı makalesinde Frege, anlam ve gönderimi, bir ifadenin işaret
etme biçiminde belirleyici olan iki farklı cihet olarak sunmuştur. Frege, ilk aşamada
özel adların gönderiminden söz etmiştir.Söz konusu adı taşıyan nesnenin
kendisi, adın gönderimini oluşturur. Ancak daha sonra , gönderimi ad dışındaki
ifadeler için de kullanmıştır.
Örneğin, Frege’ye göre
Ø Bir önermenin gönderimi, söz konusu önermenin doğruluk değeridir.
Ø Önermenin anlamı ise söz konusu önermenin açıkladığı düşüncedir.
Ø Bir ifadenin anlamı ise gönderim yapılan nesnenin sunum biçimi olmaktadır.
.
Belirli betimleyicilerin, özel adlara benzer şekilde
gönderimlerinin bulunup bulunmadığı;
gönderimin anlama dayalı olmasının gerekip gerekmediği; bir başka
deyişle, adların ve ifadelerin doğrudan gönderim yapıp yapmadığı;
dilden bağımsız anlamların bulunup bulunmadığı; Frege’nin ele aldığı türde özdeşliklerin
zorunlu olup olmadığı vb. konular Russell’dan Wittgenstein’a, Quine’dan Kripke’ye pek çok analitik felsefeci tarafından tartışılmıştır.
SONUÇ
Frege’nin gerçeklik anlayışının merkezinde, bizim inançlarımızdan
ve kanaatlerimizden bağımsız düşünceler yer almaktadır. Söz konusu bu düşüceler,
dilde önermelerle ifade edilir. Söz konusu bu önermelerin mantıksal bir biçimi
bulunmaktadır ve bu biçim, nesnel bir biçimde unsurlarına ayrılabilir, yani
çözümlenebilir.
Buna karşılık Peirce, bizden bağımsız bir gerçekliğe vurgu
yapmakla beraber,bu gerçekliği inançlarımıza ve kanaatlerimize göreli bir ideal
olarak ortaya koymaktadır. Mantık ya da matematiğin esas itibariyle diğer
bilimlerden bir farkı yoktur. Mantıksal ve nesnel bakımdan nihaî bir çözümlemeden
ancak bir ideal olarak ve bir bilimsel cemaatin değerlerine ve çabasına göreli
olarak söz edebiliriz.
Doğal olarak, bu iki yaklaşım arasındaki farklılık, kendisini tüm
felsefî tartışmalarda
göstermektedir
ÜNİTE:3 ANALİTİK FELSEFENİN BAŞLANGICI: RUSSELL VE MOORE
Dilsel Felsefeye Sapış
Neyin var olduğu ya da olmadığı, neyi bilip neyi bilmeyeceğimiz
gibi sorulardan önce, neyi ne ölçüde ifade edebileceğimiz sorusu felsefenin
aslî konusu haline gelmiştir. Felsefedeki bu odak kayması “dilsel felsefeye sapış” olarak adlandırılmaktadır.
Richard Rorty’nin “dilsel dönüş” başlığını taşıyan antolojisi, bu terimi popüler hale
getirmiştir:
Terimin ilk kullanımı Avusturya’lı felsefeci Gustav Bergmann’a atfedilmektedir.
MODERN MANTIK
Modern mantıkta önermeler, biçimsel bir dil
içerisinde temsil edilir.
Biçimsel dil,
sadece işaret dizilerinden oluşur.
Biçimsel bir dizge, söz konusu bu biçimsel dile işaret dizileri arasındaki dönüştürme
kurallarının eklenmesi ile elde edilir.
Analitik felsefenin kuruluşunda ve gelişiminde büyük katkısı
bulunan Bertrand Russell, Alfred
North Whitehead ile birlikte 1910 - 1913 yılları
arasında kaleme aldığı
Principia Mathematica adlı eserinde, modern mantığın o ana kadar ulaştığı sonuçları
başarıyla ifade etmiştir.
MOORE (1873 - 1958)
Moore, sağduyuya dayalı felsefe
anlayışının önde gelen savunucusudur. Ahlâk
felsefesi alanında doğalcılık karşıtı anlayışı savunmuştur. Kendi adıyla anılan
bir paradoksu ortaya koymuştur.
Gottlob Frege, Bertrand Russell ve Ludwig Wittgenstein ile birlikte, adı analitik felsefe geleneğinin
kurucuları arasında yer alır.
Ahlâk felsefesi üzerine görüşlerini ifade ettiği Principia Ethica başlıklı kitabı ile “The Refutation of Idealism”, “A Defence of Common Sense” ve “A Proof
of the External World” başlıklı makaleleri en etkili eserleri
sayılmaktadır.
Sağduyuya Dayalı Felsefe
Moore, “sağduyuya dayalı” önermeler olarak adlandırdığı bir grup önermeyi ayırt
eder.
Bunları iki grupta ele alır.
İlk grupta yer alan önermelere örnek olarak şunları verebiliriz:
Ø
Moore, bir insan bedenine
sahiptir.
Ø
Bedeni belli bir zaman önce
doğmuş ve o zamandan bu zamana kesintisiz olarak yerkürenin üzerinde varlığını
sürdürmüştür.
Ø
Zaman içerisinde değişimlere
uğramıştır.
Bu önermeler, yaşayan başka insan bedenleri için de söylenebilir.
Ø
Dünya, benim bedenimim var
olmasından çok uzun zaman öncesinden beri vardır.
Ø
Üzerinde,pek çok insan bedeni
yaşamış ve ölmüştür. .
Ø
Bedenim farklı türlerde
deneyimlere sahip olmuştur.
Ø
Farklı bedenlere sahip insanlar
da bu tür deneyimlere sahip olmuştur.
ikinci grupta yer alan önermeler:
Ø
Diğer insanlar da Moore’un
kendisi ve çevresi ile ilgili bildiği önermeleri, kendi
deneyimleri dahilinde bilirler.
İşte bu iki grupta yer alan önermeler bir araya getirildiğ inde “sağduyuya dayalı dünya görüşünü” oluşturur
Dış Dünyanın Varlığı Sorunu
Moore’un ve Russell’ın 20.yüzyılın başlarında, kendilerini içinde buldukları ve karşı çıktıkları
felesefi yaklaşımlar, genel olarak, idealizm olarak adlandırılabilir.
19.yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında, özellikle İngiltere’de,
F.H.Bradley veya John Mc Taggart gibi Leibniz ve Hegel’den etkilenmiş
idealist metafizikçilerin görüşleri hâkimdir.
Gerek Moore gerekse Russell, bu tür bir idealizmi reddederek bugün,
analitik felsefe geleneği olarak adlandırılan felsefe geleneğinin kurucusu olmuşlardır.
ü
Moore’un savunduğu pozisyon,
genel olarak sağduyuya dayalı
gerçekçilik olarak adlandırılır.
Moore’un çözmeye
çalıştığı sorun şu biçimde ifade edilebilir: Dış dünyayla ilgili
bilgimiz, duyumlara ve duyumsal deneyimlere dayanır. Ancak duyusal
deneyimler,
algılayanın bilincinde ortaya çıkan özel olaylardır. Buna karşılık
bizim dış dünyayla
ilgili bilgimiz, kamusal olarak diğer algılayanlar için de mevcut
olan nesnelere ilişkin bir bilgidir. Dolayısıyla, duyusal deneyimin özelliği
ile bu özel kanıta dayalı olarak sahip olduğumuz bilginin kamusallığı arasında bir boşluk bulunmaktadır.
Moore, 1925 tarihinde yayımlanan “A Defence of Common Sense” başlıklı makalesinde,
duyusal deneyimin özel oluşundan hareketle geliştirilen kuşkucu yaklaşımları eleştirir.
Moore daha sonra, 1939 yılında “Proof of an External World” başlıklı makalesinde,
sağduyuya dayalı bu tavrını sürdürür.
Ahlâk Felsefesi
Moore, Principa Ethica adlı eserinde, ahlâk felsefesinde doğalcı yaklaşımlara
karşı çıkar ve kendisinden sonra gelen meta-etik tartışmalarında belirleyici
olur.
Moore, felsefî kanıtlamaların, kendisinin doğalcı yanılsama olarak adlandırdığı
bir sorunla malul olduğunu ifade eder.
Ahlâk felsefesi tartışmalarında bu sorunla, özellikle iyi
teriminin tanımlanmasında karşılaşılır. Ahlâki kanıtlamalar genellikle şu şekilde
ifade edilir. Bir şey belli bazı özellikleri haiz ise iyi olduğu kabul
edilmelidir.
Farklı ahlâkî anlayışları savunan düşünürlere göre bu özellikler
farklılık gösterebilir.
Örneğin, hazcı yaklaşımın savunucularına
göre hoş, haz veren şeyler iyidir.
Moore, bu kanıtlamaların bir geçerliliği olsa dahi bize, “iyi”nin
tanımını vermediklerini öne sürer. Bir özellik olarak “iyi”,
Moore’a göre tanımlanamaz. Sadece
ne olduğu gösterilebilir ve bu gösterme üzerinden kavranılabilir.
Moore’un “iyi”nin tanımlanamaz olduğuna dair kanıtlaması,
genellikle açık soru kanıtlaması olarak anılır. Moore, bu kanıtlamasını Principia Ethica’nın on üçüncü bölümünde sunar.
Sonuç olarak “iyi”yi diğer sözcükleri kullanarak tanımlayamayız.
Sadece bir eyleme veya bir şeye işaret ederek “İşte bu iyidir.” diyebiliriz.
ü
Moore’a göre iyi, doğal olmayan bir özelliktir.
Bunun anlamı, iyinin ampirik veya bilimsel olarak test edilemeyeceği
veya doğrulanamayacağıdır.
Öte
yandan Moore, kendi yaklaşımının ahlâkî görüselcilik olarak görülmesine de karşı
çıkmaktadır. Ahlâki görüselci yaklaşımlar, bir eylemin sonuçlarından bağımsız
olarak iyi olup olmadığının görüsel olarak bilinebileceğini savunmaktadır.
Moore ise, sadece bazı amaçların kendi başına iyi olup olmadığını ahlâkî görü
vasıtasıyla bilebildiğimizi, öte yandan eylemler söz konusu olduğunda,
eylemlerin iyi olup olmadığı için eylemlerin sonuçlarını dikkate almamız
gerektiğini savunur. Bu itibarla Moore’un ahlâk felsefesi ödevbilimsel değil,
sonuçcudur ve eylemleri sonuçlarına göre
yargılar
Moore’a göre değer, ahlâki bir senaryo içerisinde ortaya çıkar.Değer,
“ Güzelliğin farkına varan bir bilinçte” ortaya çıkar.
ü
Moore’un değerlere yönelik bu
görüşü,organik bütün yaklaşımı olarak anılır.
Moore Paradoksu
Paradoks, “Yağmur yağıyor ama ben yağmur yağdığına inanmıyorum.”
biçimindeki
bir ifadenin barındırdığı çelişki ile ilgilidir. Sorun, herhangi
bir kişinin tutarlı
bir biçimde böyle bir ifadede bulunmasının beklenmemesine rağmen,
önermenin
kendisinin mantıksal bir çelişki olmamasıdır.
RUSSELL (1872 - 1970)
§ 1896 yılında German Social Democracy başlıklı eserini yayımlar.Politika ile ilgisi bu tarihten itibaren
etkin olarak hep devam eder.
§ 1903 yılında, matematiksel mantık alanındaki ilk
önemli eseri olan The Principles of
Mathematics’i yayımlar.
§ 1905 yılında Mind dergisinde yayımladığı “On Denoting” adlı makale, analitik felsefenin kuruluşu bakımından çok
önemlidir.
§ 1950 yılında Russell, insancıl idealleri ve düşünce
özgürlüğünü savunan yazıları
dolayısıyla Nobel Edebiyat Ödülü’nü layık görülür.
Russell’ın Felsefî Görüşlerinin Etkisi
Bertrand Russell, Gottlob Frege, G.E. Moore ve Ludwig
Wittgenstein ile birlikte analitik
felsefenin kurucusu olarak kabul edilir.
Russell felsefî çözümlemeyi, akademik felsefenin temel yöntemi
haline getirmiştir. Analitik felsefe alanında çalışmalar yapan hemen her
felsefecinin, Russell’dan bir ölçüde etkilendiği söylenebilir.Russell, akademik
yaşamı boyunca mantıktan matematik felsefesine, metafizikten
ahlâk felsefesine, bilgibilimden felsefe tarihine hemen her alanda
çalışmalar yapmıştır.
Ludwig Wittgenstein Üniversitesi’nde Russell’ın öğrencisi olmuştur. Alfred J. Ayer’dan Rudolf Carnap’a; /Alonzo Church’ten Kurt Gödel’e;/David Kaplan’dan /Saul Kripke’ye; Karl Popper’dan /W. V. Quine’a pek çok
mantıkçı ve felsefeci, Russell’ın çalışmalarından yararlanmış ve kendisinden
etkilenmişlerdir.
Bu itibarla, Russell’ın özellikle 20. yüzyıl felsefe tarihinin en
etkili simalarından birisi
olduğu söylenebilir.
Russell’ın, Frege’nin matematiği mantığa indirgeme projesinde
kendi adıyla anılan paradoksu keşfetmesi, matematik felsefesinde yeni bir
dönemi başlatmıştır. Bu paradoksu ve küme kuramında yer alan diğer bazı
paradoksları çözmek üzere Alfred
North Whitehead’le, Principia Mathematica’da geliştirdiği tipler kuramı, daha sonraki matematik felsefesinin
gelişim seyri üzerinde belirleyici olmuştur.
idealizmin Reddiyesi
Russell,eğitim
gördüğü dönemde , Leibniz ve Hegelin metafiziksel görüşlerinden etkilenen bir
idealizim anlayışı İngiliz akedemisinde hakim konumdaydı. Russell, A Critical Exposition of
the Philosophy of Leibniz başlıklı doktora tezinde
Leibniz’in mantık ve dil felsefesinin benimsenmesi, metaiziğinin ise reddedilmesi gerektiğini savunmuştu.
Russell, eleştirdiği idealist anlayışı içsel bağıntılar doktrini olarak adlandırıyordu.En uç noktasında alındığında
bu yaklaşıma göre gerçeklik, tek bir birleşik nesne olarak tasarlanıyordu. Bu yaklaşıma öncelikle Moore karşı çıktı. Bu
yaklaşımla ilgili olarak Russell da benzer bir sorun görüyordu. Sorun,bir
nesnenin bilinebilmesinin nesnenin sahip olduğu tüm bağıntıların bilinmesini gerektirmesiydi.
Kısaca Russell gençlik
yıllarında aşırı gerçekçi bir konumu savunmuş ve o dönem idealist felsefe
anlayışına karşı çıkmıştır.
Daha sonra Russell ilk
dönemlerde savunduğu bu çokçu ve aşırı gerçekçi yaklaşımı, zaman
içerisinde terk etmiştir. Gündelik yaşamda karşımıza çıkan
nesnelerin kurucu unsurlarına ilişkin görüşlerini, mantıksal atomculuk olarak adlandırılan bir kuram dahilinde ele almıştır.
Matematiğin mantığa indirgenmesi projesinde, Peano’nun ve Frege’nin çalışmalarını ilerletmiştir.
Mevcut olmayan nesnelere bir tür varlık atfetme zorunluluğunun,
dilin mantığının doğru bir biçimde konulamamasından kaynaklandığını düşünmüş ve
kendisinden sonraki analitik gelenek üzerinde, oldukça etkili olan belirli betimleyiciler kuramınını geliştirmiştir.
Matematiğin Mantığa ‹ndirgenmesi
Russell’ın matematik felsefesi üzerine ilk çalışması, 1897 tarihli
An Essay on the Foundations
of Geometry olmuştur.
Bu eseri, genelde Kantçı bir çizgide yazılmıştır.
Russell, matematiğin temellerinin günümüzde yüksek düzey (birinci
düzeyden daha yüksek) mantık olarak adlandırılan bir mantıksal dizge içerisinde
ele alınabileceğ ini düşünüyordu. Russell, bu dönemde Frege’nin çalışmaları ile
karşılaştı ve kendininkilere benzer kaygılarla Frege’nin sayıyı tanımlamaya çalıştığını
gördü.Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Frege’nin dizgesinde bir paradoks keşfetti
ve bunu bir mektupla Frege’ye bildirdi. Öte yandan, o sırada kendi sürdürdüğü
çalışmasını, The Principles of
Mathematics’in ekinde bu paradoksu sundu ve
bir çözüm önerisi kaleme aldı.
Aynı dönemde Russell, Georg Cantor’un bir başka ispatı üzerinde de
çalışıyordu. Cantor, en büyük sayal sayının bulunmadığına dair bir ispat vermişti
ve bu teorem, Cantor Paradoksu olarak anılır olmuştu. ilk başta Russell, bu
ispatın hatalı olduğunu düşünüyordu. Daha sonra bu paradoksun, Russell
Paradoksu’nun özel bir durumu olduğu anlaşıldı.
Bunun üzerine Russell, kümeler ve öbekler üzerine çalışmalarını yoğunlaştırdı.
Söz konusu ek bölümünde Russell’ın önerdiği çözüm, Russell’ın öbekler
konusundaki görüşlerine dayanıyordu.
Ø
Russell daha sonra bu
fikirlerini geliştirerek bugün, tipler kuramı olarak
adlandırılan kuramını geliştirdi. Bu kuramın asıl amacı, küme kuramını söz
konusu paradoksların çıkmasına engel olacak biçimde aksiyomatikleştirmekti.
Russell tipler kuramında elde ettiği sonuçları da kullanarak, Alfred North Whitehead ile birlikte, ünlü Principia Mathematica adlı eseri kaleme aldı.
Russell’ın matematik felsefesi alanındaki son önemli çalışması, Introduction to Mathematical Philosophy başlıklı kitabıdır. Bu çalışmasında Russell, o ana kadar bu alanda
yaptığı çalışmaları ve felsefî sonuçlarını sunmuştur.
Belirli Betimleyiciler Kuramı
Russell, dili nasıl kullandığımıza dair tartışmaları, felsefî tartışmaların
odağına yerleştirmiştir.. Russell’ın etkili olan çözümlemelerinin başında, belirli betimleyiciler kuramı gelir. Russell 1905 yılında
yazdığı “On Denoting” başlıklı makalesiyle bir bakıma, analitik felsefenin
iş yapış biçimini belirlemiştir.Russell bu çalışmasında, belirli
betimleyicileri içeren önermelerin, nasıl doğruluk değeri alabileceği üzerinde
durmuştur.
Ø
Belirli betimleyiciler tek bir
nesneyi betimleyen sözcük grupları olarak tanımlanabilir.
Görelilik kuramını geliştiren fizikçi/ Türkiye’nin sekizinci cumhurbaşkanı vb. ifadeler belirli
betimleyicilerdir.
Bu tür ifadelerin felsefî bir sorun teşkil etmesinin nedeni, belli bir gönderimlerinin bulunmadığı durumlarda ortaya çıkar. Görünüşte
anlamlı bir sözcük grubuna, dünyada
karşılık gelen bir birey olmadığında söz konusu sözcük grubunu
içeren önermenin
doğru veya yanlış olup olmadığına nasıl karar verilecektir?
Russell’ın kendi yaklaşımı, gündelik dilde görünüşte belirli
betimleyicilerin bir bireye gönderim yaptıklarını, oysa söz konusu ifadelerin
mantığı çözümlendiğinde, bu sorunun ortadan kaldırılabileceği yönündedir.
Russell, bu çözümlemesinin tekil adlar için de geçerli olduğunu
öne sürer. Tekil adlar da esasen belirli betimleyiciler yerine kullanılan kısaltmalar
olarak düşünülebilir.
Örneğin, “Albert Einstein” adı
“görelilik kuramını geliştiren fizikçi” gibi belirli betimlemeler yerine kullanılan
bir kısaltma gibidir. Dolayısıyla, adların gönderimlerinin bulunmadığı
durumlarda da önermelerin doğruluk değeri almaları ile ilgili bir sorun
olmayacaktır.
Russell bireylere meşru olarak gönderim yapan yegâne sözcüklerin işaret
zamirleri (bu, şu, o v.b.) ve bağlamsal ifadeler (şimdi, burada, ben vb.) olduğunu
öne sürer. Bu ifadelerin gönderimde bulunduğu nesneler, bizatihi mevcut olmak
durumunda olduğundan içinde bulundukları önermelerin doğruluk değeri alıp
almaması bakımından bir sorun yaratmazlar.
Russell’ın belirli betimleyicilerle ilgili çözümlemesi, genel olarak kabul görse de
adların belirli betimleyiciler olarak yorumlanması, tartışmalara yol açmıştır.
Mantıksal Atomculuk
Mantıksal atomculuk, deneycilikle mantıkçılığı mezceden bir yaklaşım
olarak, Russell’ın felsefe anlayışının temelinde yer alır.
Russell,dünyayı bir ayna gibi yansıtan (temsil eden) ideal ve
dünyayla eşbiçimli bir dilden
söz eder. Bu itibarla bilgimiz, temel atomsal önermeler ve bu
önermelerin doğruluk fonksiyonlarının bir araya getirilmesiyle oluşan bileşik önermelerden ibarettir.
Russell’a göre her anlamlı önerme, duyu deneyiminde doğrudan bir
karşı
lığı (gönderimi) bulunan terimlerden oluşmalıdır. Kendi bilgi
anlayışında yer alan bir ayrıma dayanarak Russell, terimlerin gönderimlerini ya
tanışıklık yoluyla bilmemiz ya da bildiğimiz terimlerden mantıksal olarak
türetebilmemiz gerektiğini söyler. Bu biçimiyle mantıksal atomculuk uç noktada
deneyci bir felsefî konumdur.
Russell’ın ideal dili içerisinde “tüm”, “bazı”, “dır” gibi yardımcı
terimler yer almaz.
Russell’ın dünyası, birbirinden bağımsız olguların çokluğundan oluşur.
Bu dünya hakkındaki bilgimiz ise dünyadaki olgularla duyu deneyimi yoluyla doğrudan karşı karşıya gelmemize bağlıdır.
Bilgibilim Anlayışı
Russell, akademik kariyeri boyunca farklı bilgibilim anlayışlarını
savunmuştur.
Russell nesnelere ilişkin bilgi edinme kaynaklarımız ile ilgili
ikili bir ayrım yapar:
Tanışıklık yoluyla bilgi ve betimleme yoluyla
bilgi.
Russell, bir süre tanışıklık yoluyla edindiğimiz bilginin duyu verileri ile sınırlı olduğunu, kalan tüm bilgilerimizin,
fiziksel nesneler hakkındaki bilgilerimiz dâhil,dolaylı yoldan çıkarımlara
ihtiyaç duyduğunu, bu nedenle de betimleme yoluyla bilgi sınıfına girdiğini düşündü.
Ancak Russell, daha sonra tanışıklık yoluyla edindiğimiz bilginin aracı olarak
duyusal veriye ihtiyaç duymadığını iddia etti.
Daha sonraki yıllarda Russell, maddî ve zihinsel alanlar arasındaki
ikinci görüşlerinden
vazgeçti ve hem maddî hem de zihinsel olanın yansız bir özelliğe
indirgenebileceğini, dolayısıyla yapılan ayrımın rastlantısal olduğunu iddia etti.
Bu konumu, yansız bircilik olarak adlandırıldı.
Russell’ın bu görüşleri William James’in saf deneyim kavramını andırıyordu. Ancak Russell, algımızın birincil hallerinin “nesneler” ya da “özellikler” olarak ele alınamayacağını
fakat “olaylar” olduğunu savundu.
Bilim Felsefesi
Russell, kendi felsefe yapma biçiminden emin olduğu kadar, elde
ettiği sonuçlardan emin olmadığını söyler.Bu itibarla Russell, bilimin bulduğu
yanıtların geçici olduğunu (mutlak olmadığını), bilimin küçük ilerlemeler
kaydettiğini, her şeyi içine alan organik bir kavrayışa ulaşamayacağını düşünür.
Bir bakıma bilim ve felsefe, yöntemleri ve ilerleme biçimleri bakımından
birbirlerine
benzemektedirler. Her ikisinin de gerçekliği anlamakla ilgili bir
amaçları vardır.Dolayısıyla, bilimin de yegâne amacı öndeyilerde bulunmak değildir.
Russell’a göre, fiziksel dünyanın sadece soyut yapısı hakkında
bilgi sahibi olabiliriz.
içsel karakteri hakkında bilgi sahibi olamayız. Bunun belki tek
istisnası, işleyişine
doğrudan temas edebildiğimiz beynimizdir. Algısal olanla algısal
olmayan arasında bir üst üste çakışma olduğunu varsayarız. Söz konusu algısal
olanlar da dış dünyanın bir parçasıdır fakat bunların içkin karakteri konusunda doğrudan bilgi sahibi oluruz. Bu itibarlada
salt yapısal bilginin ötesine bu noktada geçebiliriz. Russell’ın bu görüşleri,
daha sonra yapısal gerçekçilik olarak adlandırılmış ve çağdaş bilim felsefesi tartışmaları nın bir parçası olmuştur.
Ahlâk Felsefesi
Russell, ahlâk felsefesi üzerine yazmakla beraber, ahlâka ilişkin
konuların kendi
anladığı anlamda bizatihi felsefenin alanına girdiğini düşünmüyordu.
Ahlâki olguların
nesnel olduklarını ve bir tür görü yoluyla bilinebildiklerini düşünüyordu.
Zamanla, bu konudaki fikirleri değişti. Hume’un bu konudaki görüşlerine hak vermeye başladı.
Ø
Ahlâkî terimlerin öznel
değerlerle ilgili olduğunu ve bu nedenle, olgulara ilişkin doğrular gibi
doğrulanamayacaklarını düşünmeye başladı.
Russell’ın bu konudaki görüşleri, mantıksal pozitivistlerin bazılarının ahlâk felsefesine ilişkin görüşlerini etkiledi.
Özellikle Ayer’ın duygusalcı ve bilişselci karşıtı görüşler geliştirmesinde
belirleyici oldu.Russell, ahlâkî mülahazaların anlamlı olduğunu ve Ayer’ın düşündüğünün
aksine kamusal anlamda tartışmaya açık olduğunu düşündü. Hume’a benzer bir
biçimde, aklın ahlâkî değerlendirmelere tâbî olması gerektiğini savundu.
ÜNİTE :4 DİLE DAYALI YENİ BİR A PRİORİ ANLAYIŞI:ERKEN DÖNEM WİTTGENSTEİN
WITTGENSTEIN (1889-1951)
Yaşam, Felsefe ve Konuşma
Wittgenstein’ın felsefe çalışmaları boyunca etkili olan temel kaygısının
“Nasıl yaşamalı
yız?” sorusuna bir cevap bulmak olduğu söylenebilir. Wittgenstein’ın
nasıl yaşamamız gerektiği konusunda ortaya koyduğu bir doktrin ya da sistem
olduğu söylenemez. Wittgenstein’ın konuya yaklaşımının daha çok neyin
söylenemeyeceğini açığa çıkarmak olduğu söylenebilir. Söylenebilir
olanı söylenemez olandan ayırmak, Wittgenstein’ın felsefî projesine
ana rengini vermektedir, diyebiliriz.
Ø
Wittgenstein’ın bu yaklaşımı, Kant’ın metafizik eleştirisini hatırlatmaktadır. Kant,
Kritik der reinen Vernunft adlı eserinde aklın kendi sınırları içersinde neyi
bilebileceğini ortaya koyarak, bilinemez ve üzerinde söz söylenilemez olanı açığa
çıkarmaya çalışmıştır.
Wittgenstein da benzer bir çizgide ilerlemektedir. Ancak, belki de
onun projesi daha da köktencidir. Wittgenstein, neyin düşünülemez olduğunu dilin sınırları içerisinde belirlemeye çalışmaktadır.Ancak burada,
bir sorun mevcuttur. Sınır çizmek, akla öncelikle coğrafî bir resmigetirmektedir.
Bu bağlamda çizilen bir sınır, belli bir bölgeyi sınırın içi ve dışı
olarak ikiye ayırır. Dolayısıyla, sınırın içi kadar dışına da bir
varlık atfedilmiş olur.
Mantık ve Dil
Wittgenstein, içinde yaşadığı çağın ve geçmiş çağlardan o güne
aktarılan felsefî sorunların çözümü için anahtarı mantıkta görmektedir.
Felsefenin sorunlarının ortaya konulmasının kendisi felsefî bir sorundur ve bu
sorunların ortaya çıkmasının nedeni, dilin mantığının yanlış anlaşılmasıdır
Eğer dilin mantığını açıklığa kavuşturabilirsek, dilin sınırlarını
da görmüş oluruz Felsefecilerin ne zaman bu sınırları geçtiklerini ve felsefî
olarak addettikleri sorunları ortaya koyduklarını da görmüş oluruz.
Dünya, Dil ve Resmetme
Tractatus kısa, numaralandırılmış aforizmalardan oluşur. Yedi temel aforizma
1’den 7’ye kadar numaralarla sunulur.
1.Dünya olduğu gibi
olandır.
2.Dünya şeylerin
değil olguların bir toplamıdır.
3.Biz olguları
kendimize resmederiz.
4.Bir resim
gerçekliğin bir modelidir.
5.Bir resimde resmin
unsurları nesnelerin temsilcileridir.
6.Bir resmi oluşturan
şey, unsurlarının bir diğeriyle belirli bir bağıntı içerisinde olmalarıdır.
7.Bir resim bir
olgudur.
Resimler ve resmedilenler arasındaki resmetme bağıntısından söz
edilebilmesi,resim ile resmedilen arasında ortak bir şeyin olmasına bağlıdır.
Resim, ister resmettiği gerçekliği doğru biçimde resmetsin, ister etmesin,
resimle gerçeklik arasındaki bu ortak şey, resimsel biçimdir.
Wittgenstein, resim terimini çok geniş bir anlamda kullanmaktadır.
Resim, sadece iki boyutlu bir çizim olmak durumunda değildir. Nerede olguların,
olguların içerisinde yer alan nesnelerin temsil edilmesi söz konusu ise bir
resmetme bağıntısından söz edilebilir.Wittgenstein’a göre, her bir resim mantıksal bir resimdir.Mantıksal resimler, dünyayı doğru ya da yanlış
resmedebilir.Wittgenstein tüm olanaklı olguların ya da olanaklı tüm nesnelerin,
olanaklı tüm
bağıntılarının mevcut olduğu bir mekândan söz eder ve bu mekâna mantıksal uzay adını verir. Mantıksal uzay sadece fiilî olgu durumlarını
değil, tüm olanaklı olgu durumlarını
da kapsar.
Mantıksal uzayı bu şekilde ortaya koyan Wittgenstein, resimlerin neliğini
şu şekilde ortaya koyar:
1.Bir resim mantıksal
uzayda olanaklı bir durumu temsil eder.
2.Bir resim temsil
ettiğini doğruluğundan veya yanlışlığından bağımsız olarak, resimsel biçimi
vasıtasıyla temsil eder.
3.Bir resmin doğru
veya yanlış olduğunu söyleyebilmek için onu gerçeklikle karşılaştırmalıyız.
4.Sadece resme
bakarak resmin doğru veya yanlış olup olmadığını söylememiz mümkün değildir.
5.A priori olarak
doğru olan resimler yoktur.
Bir resmin doğru olması, resmettiği olgunun fiilî olmasını
gerektirir. Bunu anlayabilmek
için ise resmin olgu ile karşılaştırılması zorunludur.
Düşünce ve Dil
Wittgenstein mantıksal resimlerin bir çeşidi üzerinde özellikle
durur ki bunlar, düşüncelerdir.
1.Olguların mantıksal
resmi bir düşüncedir.
2.Bir olgu durumu
düşünülebilirdir”: Bunun anlamı onu kendimize resmedebilmemizdir.
3.Doğru düşüncelerin toplamı
dünyanın bir resmidir.
4.Bir düşünce
hakkında olduğu durumun olanağını içerir.
Görüldüğü gibi düşüncelerimiz de Wittgenstein’a göre resimlerdir.
Bu itibarla resimlerin sahip olduğu tüm özellikleri haizdirler:
Bu durumda sorulacak bir soru şudur: Düşünceler nasıl
iletilebilir? Wittgenstein
bunun cevabını şu şekilde vermektedir:
1.Bir önermede bir
düşünce duyular tarafından algılanacak surette dışavurulur.
2.Biz bir önermenin
(sözlü veya yazılı vb.) algılanabilir işaretini olanaklı bir durumun
izdüşümü olarak
kullanırız.
Dolayısıyla, düşünceler ifadelerini algılanabilir işaretlerde, dilde, bulur.
Önermesel bir işaret yani, bir cümle, belli nesnelerin bir düzenlenişinden ibarettir.
Ancak dilin yapısı, oldukça karmaşıktır. Dilin düşünceleri nasıl
temsil ettiği kolayca
gözden kaçabilir.Dilin özü, bu itibarla saklı olabilir ama bu onun
açılıp, aşikâr hale getirilemeyeceği ve teşhir edilemeyeceği anlamına gelmez.
Dilin saklı özünü açığa çıkaran, mantıktan başka bir şey değildir.
Wittgensten, hocası Russell’ı izleyerek dilin yüzeysel grameri ile
dilin mantığını birbirinden ayırır.Dilin sakladığı düşünceyi açığa çıkarmak,
bir çözümlemeyi gerektirir. Dil, bir resim olduğuna göre, belli unsurları ve bu
unsurların belli bir düzenlenişini içermelidir.
Bir önermeyi dikkate aldığımızda, önermeyi oluşturan unsurlar
nelerdir?Wittgenstein, söz konusu bu temel unsurların adlar
olduğunu söyler. Gündelik dilde
karşımıza çıkan diğer sözcükler, önermenin aslî unsurları değildirler.
Önermeler,adlardan ve onların belli bağıntılar içerisinde yer almalarından
ibarettir.
Cümleler olanaklı olgu durumlarını resmederler. Doğru cümleler olguları temsil eder.
Cümleler, belli bir bağıntı içerisindeki adlardan oluşur. Bu cümlelerdeki
adlar, nesnelere karşılık gelir.Ancak cümleler adların bir yığını değildir. isimler,
belli bir yapı içerisinde yer alır ve olguları temsil eder.Dünya, nesnelerin değil, olguların bir toplamıdır.
Mantıksal uzaydaki olgular,
dünyayı oluşturur ve bu itibarla, dünya olduğu gibi olanların tümüdür.
Şimdi karmaşık ya da bileşik önermeleri, yani birden fazla basit
önermeyi içeren
önermeleri dikkate alalım.Temel önermeler, adların dolaysızca ilişkilendirildiği
basit önermelerdir. Temel önermelerin önemli bir özelliği ise doğruluk
değerlerinin bir başka önermeden türetilememesidir.Temel önermeler olgu
durumlarını temsil ettiklerine göre olgu durumları, birbirlerinden bağımsızdır.
Bir olgu durumundan bir diğeri türetilemeyeceğine göre, bir olgu durumunun varlığı
ya da yokluğundan bir başka olgu durumunun varlığı ya
da yokluğu türetilemez
Bu açıklamalar Tractatus’un
girişindeki bazı önermeleri anlamamıza yardımcı
olmaktadır:
1.Dünya olgulara
bölünmüştür.
2.Herhangi bir şey
diğer her şey aynı kalmak üzere olabilir de olmayabilir de.
İşte bu önermeler, mantıksal atomculukun tam bir tarifini içerir.
Atomsal olgular
arasında, mantıksal - zorunlu bağlar bulunmamaktadır.
Öte yandan bileşik önermeler arasında mantıksal - zorunlu bağlar
olabilir.Bileşik önermelerin doğruluk değerlerinin, temel önermelerin doğruluk
değerlerine dayanarak belirlenebilmesi, önerme eklemlerinin doğruluk
fonksiyonları olarak ele alınmaları sayesinde olmaktadır.
Mantıksal Doğruluk
Wittgenstein’a göre hiçbir resim, a priori olarak doğru olamaz.
Ø Bu itibarla temel önermelerin her biri olumsaldır; yani doğru
da yanlış da olabilirler.
Ø Basit (temel) önermeler söz konusu olduğunda, iki
ayrı olanaklılık vardır: Önerme doğru olabilir veya önerme
yanlış olabilir.
Bileşik önermeler söz konusu olduğunda, basit önermelerin aldıkları
farklı doğruluk değerleri, bir doğruluk tablosunun farklı satırlarını oluşturur.
Bu şekilde oluşturulan her bir satır, bize olanaklı bir dünya verir.
Ø Tüm olanaklı dünyalarda doğru olan bir önerme biçimi
mantıksal bir doğrudur. Böyle bir önermeye (önerme biçimine) Wittgenstein, totoloji adını verir.
Ø Tüm olanaklı dünyada
yanlış değerini alan bir önerme biçimi ise mantıksal yanlıştır Bu önerme
biçimine, çelişki adı verilir.
Ø Sonuncu bileşik önerme ise en az bir olanaklı
dünyada doğru, en az bir olanaklı dünyada yanlış değerini almıştır. Bu bileşik
önerme biçimi ise olumsal olarak adlandırılır.
Bu değerlendirmelerden çıkacak bir sonuç şudur: Mantıksal doğru ve
mantıksal yanlış önermeler, bileşik önermeler olmak durumundadır. Basit (temel)
önermeler, olguları resmettikleri için olumsaldır ve mantıksal olarak doğru ya
da yanlış olamaz.
Totolojiler ve
çelişkiler, bir olguyu resmetmez. Temel önermeler, bir olgu durumunun
olup olmadığını söylediği için içeriği olan bir şey söylemekte, bu
itibarla da bir olguyu resmetmektedir.
Söyleme ve Gösterme
Wittgenstein’a göre önermeler bir şey söyler ve gösterir.
§ Bir önerme anlamını gösterir.Bir
önerme, eğer doğru ise şeylerin nasıl olduğunu gösterir ve şeylerin öyle olduğunu
söyler.
Ø Tüm kuğular beyazdır.” önermesi kendi anlamını gösterir.
Önermenin ne anlama geldiğini görmek istersek, önermeyi anlamamız
için neyin gerekli olduğunu sorarız. Önermeyi anlamak, onun anlamını kavramaktır. Önermenin
anlamını kavramak ise eğer önerme doğru ise şeylerin nasıl olması gerektiğini
anlamaktır.
Öte yandan, aynı önerme tüm kuğuların beyaz olduğunu da söyler. Bu
itibarla
doğru ya da yanlış olabilir. Bu bakımdan, tüm önermelerin genel
bir önerme biçimi
bulunmaktadır:
§
işte şeyler böyledir.
Totolojilerde ve çelişkilerde ise bir sınır durumu söz konusudur:
Totolojiler ve çelişkiler, hiçbir şey söylemediğini gösterir. Eğer bir şey söylemediklerini
gösteriyorlarsa totolojilerin ve çelişkilerin herhangi bir önemi var mıdır?
Onlar, mantıksal uzayın yapısını açığa çıkarırlar. Neyin olanaklı neyin olanaksız
olduğunu ortaya koyarlar. Aynı zamanda totolojiler, mantıksal (zorunlu) önermelerdir.
Mantıksal önermelerin doğruluğuna, sadece işaretlerin dizilimine (sentaksa) bakarak karar verilebilir. Bu itibarla da mantıksal
önermeler a priori önermelerdir.Bu itibarla mantıksal uzayın yapısı, mantıksal doğruluk
üzerinden tam olarak bilinebilirdir.
Wittgenstein bunu, “Mantıkta asla sürprizlere
yer yoktur.” Sözleriyle ifade eder
Düşüncenin Sınırlanması
Elimizde, tüm temel önermelerin bulunduğunu varsayalım. Olanaklı
tüm birli ve
ikili doğruluk fonksiyonları da tanımlanmış olsun.Bu durumda,
olanaklı tüm önermeleri içeren bir küme oluşturabiliriz. Bu kümenin bir kısım
elemanları, totolojiler ve çelişkiler olacaktır. Geriye kalan önermeler ise
olanaklı tüm olguları temsil edebileceklerdir. deyişle, m
Bu olanaklı önermelerin dışında kalan,sadece anlamsız olandır.
Dolayısıyla, düşünülebilir olanın sınırı dilin içerisinden çizilmiş olmaktadır.
Söylenemez bir şeyi söylemeye kalktığımızda bu sınır, kendini gösterecektir.
§
.Cevap sözcüklere dökülemediğinde, soru
da sözcüklere dökülemez. Bilmece yoktur.
Eğer bir soru ifade
edilebiliyorsa, cevap verilmesi de mümkündür.
Örneğin, “Dünya gerçekten var mı?”,
“Dünya niçin var?”, “Tanrı var mı?” gibi sorular
aslında birer soru değildir. Bunlara cevap olarak verilebilecek ve
bir olguyu
temsil eden bir önerme bulunmamaktadır.
Öte yandan:
§
Esasen sözcüklere dökülemeyecek şeyler
vardır. Bunlar kendilerini aşikâr kı-
larlar. Bunlar mistik
olanlardır.
Totolojiler ve çelişkiler bir yana bırakılırsa söylenilebilir olan,
olguları resmedendir.
Bu durumda, olguları resmeden doğru önermelerin toplamı bize,
bilim dediğimiz etkinliğin alanını verir. Bu durumda, felsefe hakkında ne
söyleyebiliriz?
§
Felsefe doğa bilimlerinden birisi değildir
§
Felsefe, düşüncelerin mantıksal olarak
açıklığa kavuşturulmasını amaçlar.
§
Felsefe, bir doktrin değil, bir
etkinliktir.
§
Felsefî, bir çalışma,
tarişerden/açıklamalardan oluşur.
§
Felsefe, “felsefî önermeler”le değil,
önermelerin açıklığa kavuşturulması ile nihayet bulur.
§
Felsefe olmaksızın düşünceler kapalı ve
muğlaktır. Felsefenin görevi, onları açıklığakavuşturmak ve onlara keskin
sınırlar kazandırmaktır.
§
Felsefî çalışmalarda bulunan soruların ve
önermelerin çoğu yanlış değil, fakat anlamsızdır.
§
Sonuç olarak, biz bu çeşit sorulara cevap
veremeyiz, sadece anlamsızlıklarını ortayakoyarız.Felsefecilerin sorularının ve
önermelerinin çoğu, dilimizin mantığını anlamakta başarısız olmamızdan
kaynaklanır. En derin sorunların aslında hiç sorun olmamaları hiç de şaşırtıcı
değildir.
§
Felsefede doğru yöntem gerçekten de şu
olmalıdır: söylenilebilir olandan gayrı bir şey söylememek ve sonra, eğer
birisi metafiziksel bir şey söylemek isterse, ona önermelerindeki bazı
işaretlere bir anlam vermekte başarısız olduğunu göstermek...
Eğer Wittgenstein’ın bu görüşleri doğruysa, felsefe tarihi sahte
bazı sorulara verilmiş sahte bazı cevaplarla dolu olacaktır.
Mantık, dil, felsefe, bilimler, hayat, mistisizm vb. hakkında
Wittgenstein’ın tüm
söyledikleri, kendi ortaya koyduğu testi geçebilmekte midir?
Wittgenstein’ın bu soruya
verdiği bir yanıt mevcuttur:
§ Benim önermelerim şu
anlamda tarişer olarak iş görürler: Beni anlayan kişi onları basamaklar olarak
kullandığında ve onların ötesine tırmandığında – sonunda onların anlamsızlığını
fark eder. O bu önermeleri aşmalıdır ve o zaman, dünyayı dosdoğru görecektir.
Buradan anlaşılan, Wittgenstein’ın yaptığı felsefenin ötesinde,
felsefî arayışlarımız bakımından daha önemli bir alan var gibi görünmektedir.
Bu alanla ilgili ne söyleyebiliriz?
Ahlâk Felsefesi
Wittgenstein’ın gençliğinden itibaren etiğe (ahlâk felsefesine)
ilişkin konularla ilgilendiği bilinmektedir. Öte yandan, Tractatus’un büyük çoğunluğu dille ve dilin mantığı ile ilgili
tartışmaları içermektedir. Kitabın temel
noktası, etikle ilgilidir.
Öncelikle, dünyanın olduğu gibi olanlardan oluştuğunu, resim kuramı
itibariyle doğru önermelerin toplamının dünya hakkında doğa bilimlerinin
söyleyebileceğinin tamamını içerdiğini hatırlayalım. Bu önermeler toplamı
içerisinde, ahlâkî önermelere yer yoktur. Neyi yapmamızın iyi, neyi yapmamızın
kötü olduğunu ya da hayatın anlamının ne olduğunu ifade eden önermeler, bu
toplam içerisinde yer almamaktadır. Peki, söz konusu etik ile ilgili olanı
n bu resim içerisindeki yeri neresidir:
§
Tüm önermeler eşit değerdedir.
§
Dünyanın anlamı dünyanın dışında yer
almalıdır. Dünyada her şey olduğu gibidirve her şey, meydana gelmekte olduğu
gibi meydana gelir: Onun içinde hiçbir de-ğer yoktur ve eğer var olsaydı,
hiçbir değeri olmazdı. Eğer değeri olan herhangi bir değer varsa, o olanın ve
meydana gelenin alanının dışında yer almalıdır.
§
Ve öyleyse etiğin önermelerinin var
olması olanaksızdır. Önermeler, daha yüksek olan hiçbir şeyi ifade edemezler.
§
Açıktır ki etik sözcüklere dökülemez. Etik
aşkınsaldır.
Etiğin aşkınsal ve daha yüksek olmasını nasıl anlamalıyız? Etiğin
kendisi için bağlayıcı olması beklenen kendimiz hakkında Wittgenstein’ın ne
söylediğine bakmamız yararlı olabilir.
§
Özne dünyaya ait değildir; doğrusu, o
dünyanın bir sınırıdır
.
§
Felsefî benlik (kendilik) insan değildir,
insan bedeni veya psikolojinin ilgilendiği insan ruhu değildir, fakat
metafiziksel bir öznedir, dünyanın sınırıdır, onun bir parçası değildir.
Etik bu dünyaya ait değildir; kendimiz de bu dünyaya ait değiliz.
iyi ve kötü bu dünyada olmadığına göre, iyi ve kötü ile benliğimiz / kendimiz
hakkında ne söyleyebiliriz?
Bu konuda bir ipucu, Wittgenstein’ın irade hakkındaki görüşlerinde
bulunabilir:
§
Dünya irademden bağımsızdır.
§
Arzuladığımız her şey meydana da gelse,
yine de bu, sözün gelişi, sadece talihinbize bahşettiği bir lütuf olabilir.
Benim istemem, benim eylemimdir. Söz konusu bu eylemin iyi ya da
kötü olmasından veya bu eylemin sonucunda mutlu olup olmamamdan söz edilebilir:
§
yapacaksın” biçiminde bir etik yasa
ortaya konulduğunda, akla gelen ilkdüşünce “Eğer bunu yapmazsam ne olur?”
sorusudur. Ancak açıktır ki etik sözcüklerin
genel
geçer anlamında ceza ve ödülle ilgili değildir. Dolayısıyla, eylemi sonuçlarıhakkındaki
sorumuz önemsizdir. Ortaya koyduğumuz soruyla ilgili doğru olan bir şey
olmalıdır. Etik bir tür ödül ve ceza gerçekten olmalıdır, ancak bunlar eylemin kendi
içinde bulunmalıdırlar.
Söz konusu ödüller ve cezalar eyleme dışsal olan, bu dünyaya
eklenen şeyler
değilse nasıl şeylerdir? Wittgenstein bunu şu şekilde açıklar:
§ Eğer iradenin iyi ya da kötü kullanımı dünyayı
değiştirirse, o sadece dünyanınsınırlarını değiştirir, olguları değil dil
tarafından açıklanabilen şeyleri değil.
Buradan anlayabildiğimiz kadarıyla iradenin iyi kullanımı, etik açıdan
iyi davranışlar, beraberinde özneye “farklı” bir dünyada bulunma ve bu dünyada
mutlu olma olanağı verir. Söz konusu mutluluk, mutlak anlamda değerli bir şeye
sahip olmaktır. Bu anlamda değerli olan ne olabilir?
Wittgenstein, 1929 veya 1930 yılında verdiği ve 1965 yılında yayımlanan
“Lectures on Ethics” adlı dersinde, bu tür iki deneyimden söz eder: “Dünyanın
varlığına karşı hayrete düşmek” ve “mutlak olarak güvende hissetmek” Eğer bu
ifadeler, Wittgenstein’ın Tractatus’ta geliştirdiği ölçütlere vurulursa, anlamlı
olmayan ifadelerdir. Bu tür ifadeler, Wittgenstein’ın “mistik”ten ne anladığı
ile ilişkilidir:
§
Dünyada şeylerin nasıl olduğu değil, onun
var olması mistiktir.
§
Dünyayı sub specie aeternie [sonsuzluğun bakış
açısından] görmek,
onu bir bütün olarak görmektir - sonlu bir bütün olarak görmektir. Dünyayı
sınırlı bir bütün olarak hissetmek - işte bu mistik olandır.
Mutluluk, dünyayı olduğu gibi, bir bütün olarak görmek, korku ve
umutlardan azade bir biçimde dünya ile karşı karşıya kalmaktır. Mistik olanın
deneyimi anlatılabilir mi? Tam bu noktada Tractatus’un son
önermesini hatırlamak yararlı olabilir:
§ Konuşamadığımız
hakkında sessizliğimizi korumalıyız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder