8 Nisan 2012 Pazar

3. SINIF 6. YARIYIL SOSYOLOJİDE YAKIN DÖNEM GELİŞMELER (ÜNİTE 1-2-3-4)


1. ÜNİTE
Pratik, Kültür, Sermaye, Habitus ve Alan Teorileriyle Pierre Bourdieu Sosyolojisi
GİRİŞ
Bourdieu, her kavram ve kuramın, incelenen olgu ve olaya göre açıklayıcılığımn değişebile-ceğini, bu yüzden hiçbir kavram ve kuramın dışlanamayacağını, aynı zamanda hiçbirinin de genel geçer kabul edilemeyeceğini ısrarla vurgular.
BOURDİEU SOSYOLOJİSİ
Bourdieu sosyolojisi, toplumsal aktörlerin sürekli olarak rasyonel ve ekonomik çı­karlara göre hareket ettiklerini savunan rasyonel eylem kuramına karşı aktörlerin içkin bir pratik mantığa, sezgiye ve de bedensel yatkınlığa göre hareket ettiklerini savunan, bu bakımdan da toplumsal dünyada beden ile pratiklerin mantığına önem veren bir sosyoloji olarak bilinmek-tedir,
Bourdieu, kuramı ve pratiği önermeler ve deneysel örneklerle şekillen­dirdiği için sınırsız bir kavram evrenine de sebep olmaz.
Pratik ve kuram arasındaki bu dönüşümlü süreç Bourdieu sosyolojisinin “düşünümsel (reflexive) özelliğini temsil eder.
Düşünümsel (reflexive) neden ve sonuç arasında iki yönlü dönüşlü dairesel ilişkileri ifade eder. Bu çerçevede sosyolojide ve genel olarak sosyal bilimlerde düşünümsel arka planda kendisini harekete geçiren faktörleri dönüşümlü olarak etkileyen bir toplumsal eylem olarak tanımlanabilir.
Düşünümsel sosyolojinin kavramlarından hiçbirinin diğerinden bağımsız ele alınamayacağı görülür. İçlerinden birisi tek başına ele alınmaya çaşıldıdığında, diğer kavramlar olmadan çok da işlevsel olmadığı rahatlıkla görülebilecektir. Bu yüzden Bourdieu her zaman alan, habitus, doxa, illusio, sermaye gibi kavramları hep bir arada ele alarak tanımlama yoluna gitmektedir.
“Düşünümselliğin önündeki engeller, epistemolojik olmaktan ziya­de toplumsaldır. Bourdieu-’ya göre düşünümsellik, bireysel olandaki toplumsalı, mahremin altında gizlenen kişisel olma-yanı, özeldeki evrenseli keşfettirerek ente­lektüeli yanılsamadan kurtarabilir”
Bourdieu, önerdiği yöntemi uygularken tekrara düşmekten de hiçbir zaman çe­kinmemiştir. Daha önceki eserlerinde söylediği şeylerin bilindiğini varsayarak ha­reket edemeyeceğini Pra-tik Nedenler isimli eserinde ifade etmektedir. Bourdieu’ye göre bu totolojik bir tekrardan ziyade araştırmayı güçlendiren bir durumdur.
TEMEL KAVRAMLAR: OYUN METAFORU
Alan oyunun (ya da sosyolojik anlamda mücadelenin) sürdüğü yerdir. Bireyler ellerinde bulundurdukları sermaye, sorgulamadan kabul ettikleri kurallar (doxa) ve oyunun sonunda elde edeceklerine inandıkları çıkarlar (illusio) doğrultusunda kendilerini sonuca götürecek bazı yollara zaman içerisinde aşina olmaya başlarlar. Nasıl sonuca gidileceğine dair sahip olunan bu davranış ka­lıpları, karşılaşılan durumlar neticesinde bireylerin ortak bir yatkınlıklar bütünü oluşturmasına yol açar. Bourdieu, bu yatkınlıklar bütününe habitus adını verir
Her oyuncu oyunda kullanılmak üzere elinde bazı kozlar bulun­durur ve bu kozları da Bourdieu’nün sermaye kavramı karşılar. Ekonomik (maddi kaynaklar), kültürel (özellikle eğitim yoluyla edinilmiş olan kültürel kodlar), top­lumsal (ilişkiler ağı) olmak üzere üç temel sermaye tipi vardır ve bu sermayeler içinde bulundukları şartlara göre farklı önemlere sahip olabilirler. Bu önem duru­muna göre sermaye tiplerinin pratikteki yansıması ve/veya toplamı olarak adlandı­rılabilecek simgesel sermaye oluşur ve bu sermayeler bütünü oyuncuların ellerin­deki kozlar olarak işlev görürler. Her koz farklı oyunlarda farklı işlevlere sahiptir, yani her sermaye tipi farklı alanlarda farklı işlevler görebilir. Böyle Bourdieu’da dört temel serma-ye türü ile karşılaşılır.
Bourdieu, habitus ve alan arasındaki ilişkiyi ontolojik bir suç ortaklığı olarak tanımlar. Çünkü aralarında iki yönlü bir ilişki olduğunu varsayar. Alan habitusu yapılandırma eğilimin-deyken, habitus da alana dair algıyı yapılandırma eğilimin­dedir. Habitus; bilinçlilik gerektir-meyen bir bilme biçiminin, plan­lı olmayan bir niyetliliğin/yönelmişliğin, kişinin açıkça ifade etmeden de geleceğe yönelmesini mümkün kılan dünyadaki düzenliliklere pratik hakimiyetin bir ilkesi­dir.
Alan
Bourdieu, alan kavramını tanımlarken Bourdieu Marksizmden çok Weber’e yakındır. Bourdieu toplumsal yaşamın sadece ekonomik faktörler ve sınıflar nezdinde incelenemeye-ceğini, başta eğitim ve kültür olmak üzere ekonomik fak­törler dışında kalan diğer faktörlerin de toplumsal yaşamda önemli bir rol oynadı­ğını düşünür. Alan çeşitli sermaye türlerine sahip toplum­sal konumların olduğu ve bireylerin sahip olmak için peşlerinde koştukları bir müca-dele alanı olarak tasvir edilir.
Alan kavramı sosyolojik çözümleme anlamında ele alındığında ekonomik alanda duygusal-lıktan uzak, iş ve işe dair nitelikler önem­liyken, sanat alanında ekonomik çıkarın sorgulandığı bir yapı mevcuttur ve bu du­rum bağıntıların bütününe bakıldığında alanlar arasında farklılık-lar olduğunu göz­ler önüne serer.
Numerus Clausus: Bir grup insanın bir görevde ya da bir meslekte yer almalarının belli bir sayıyla sınırlanması. Eski kullanımıyla Yahudi öğrencilerin sayısının sınırlı tutulması anlamı-na gelirdi (ilgili eserin çevirmen notu)
Bourdieu’nün alan hem içerdikleri hem de onu oluşturan dinamikler bağlamında ele alın-makta, aynı şekilde dinamikler de hem onları kapsayan alan hem de oluşturdukları alan bağla-mında değerlendirilmektedirler. Çünkü alan hem simgesel mekanizmalar ta­rafından dışarıdan sınırlandırılan hem de eyleyiciler tarafından üzerinde mücadele edilen iki boyutlu bir yapıdır.
Yeni alternatifler doğması yoluyla yeni bir alanın oluşumu ise 3 aşamada ger­çekleşir. Sanatın Kuralları  eserinde Bourdieu’nün yazınsal alan üzerinden örneğini verdiği bu 3 evre sırasıyla (i) özerkliğin kazanılması (yani içinde bulunu­lan alanın yapısına direniş gösterilmesi), (ii) ikici yapın ın ortaya çıkması (yani iki cepheli bir çatışmanın doğması) ve son olarak (iii) simgesel sermayenin oluşması (yani kendine has bir sermayeyle yeni bir alanın ortaya çıkması) evreleridir.
Bourdieu, alan kavramıyla ilgili tanımlamaları yaparken sistem ya da aygıt ku­ramcılarına da bazı eleştiriler getirir. Althusserci anlamda “aygıt” ya da Luhmanncı anlamda “sistem” algısı bazı amaçlara ulaşmaya programlanmış bir cehennem makinası tahayyül eder.
Bourdieu’ya göre bu düşünce eleştirelliği engelleyen bir yapı sergiler.
Bourdieu alanı incelerken nelere dikkat edilebileceğine dair üç temel uğrak be­lirlemektedir. Bunlardan (i) ilki alanın konumunun iktidar alanına göre çözümlen­mesi gerekliliğidir. (ii) İkinci uğrak alandaki eyleyicilerin ya da kurumların konumları arasındaki bağıntıların nesnel yapısının kurulması gerekliliğidir. (iii) Üçüncü olarak da eyleyicilerin habituslarının çözüm-lenmesi gerekliliği­dir.
Ni­telikleri ve içerikleri değişse de tüm alanlarda konum almalar benzerdir. Yani ezen ve ezilen, koruma ya da yıkma mücadelesi, yeniden üretim mekanizmaları vb. durumlar her alanda görülen (içerik açısından farklı) benzerliklerdir. Alanların evrensel bir tanımı olsaydı mücade­leye gerek kalmazdı.
Weber’e göre hukuk kurallarına uygun bir “meşru iktidar uygulama” pratiği modern devletin temel özelliklerinden birisidir.
Bourdieu’nün önemli kavramlarından olan simgesel şiddet kısaca “insanların silah gücün-den değil, aksine (yanlış)- anlamanın gücünden zarar görmeleri veya engellenmeleri”, “şiddetin görünmez ve kibar bir formu” olarak tanımlanabilir. Bu kavrama son bölümde tekrar değinilecektir.
Bourdieu, Loic Wacquant’la yaptığı ve Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevap­lar adıyla kitaplaştırılan söyleşisinde bir alan olarak “devlet” kavramına da değinir. Bourdieu devlet kavramının iyice tanımlanmış ve herkesçe kabul edilmiş bir ger­çeklik olarak, tanımlamaya ihtiyaç duymaksızın ele alınmasını sorunlu bulur.
Habitus
Habitus hem bireyi şekillen­diren hem de bireyin eylemleri (pratikleri) tarafından şekillen-dirilen karşılıklılık durumudur.
Habitus, yalnızca pratikleri ve pratiklerle ilgili algıları organize eden ve yapılaştıran bir yapı değil, aynı zamanda kendisi de yapılaştırılmış bir yapıdır. Sosyal dünyayla ilgili algıları düzenleyen mantıki sınıflar içerisindeki bölünme prensibi sosyal sınıflar içindeki bölünmenin içselleştirilmesinin bir ürünüdür.
Kişi daha önce herkesin yaptığı birçok şeyi yeniden yaparak habitusu da yeni­den üretmiş olur.
Habitus kavramı Calhoun’un tanımıyla ele alındığında Weber’in “sosyal eylem” kavramıyla benzerlikler göstermektedir.
Tarifi zor bir kavram olan habitus, Pierre Bourdieu’nun çalışmalarında “toplumsal yapılar ile toplumsal pratik (ya da toplumsal eylem) arasındaki bağı oluşturduğunu düşündüğü, bir dizi edinilmiş düşünce, davranış ve beğeni kalıpları için kullanılan bir kavramdır. Habitus kavramı, yapısal eşitsizliğe kültürel açıdan yaklaşmayı sağlayabilecek bir temel sunmakta ve eylemlilik üzerine odaklanmaya olanak tanımaktadır”
Habitusu gündelik yaşamdan bir örnekle de açıklayabiliriz. Örneğin, bir birey kendi evine, evindeki eşyalara ve odaların konumuna zaman içinde alışır ve daha sonra karanlıkta dahi kalsa tahmin ve el yordamıyla ev içinde yolunu bulabilir. Ör­neğin evinin karanlık koridorun-dan geçip tahmini bir hamleyle elini ışığı yakmak için elektrik düğmesinin üzerine ya da yakınlarına atabilir. Ancak misafir olarak ilk defa gittiği bir evde bir anda karanlıkta kalsa orada yaşayan insanların yaşamaya­cağı bir tedirginlik duyar. Çünkü zihninde o eve ve evin yerleşimine dair bir bilgi yoktur. Orada da rahatlıkla yolunu bulabilmesi için daha önce çok defa o eve gel­miş, o evin içyapısına dair bazı bilgileri aklının bir köşesine yazmış olması gerekir­di. İşte habitus insanın kendi evinde karanlıkta dahi yolunu bulmasını sağlayan bu bilgiler ve yatkınlıklar gibi, içinde bulunduğu toplumsal alanlarda zorluklar ya­şadığında onu çözüme ulaştıran bilgiler ve yatkınlıkların tümüne verilen isimdir.
Bourdieu, habitus kavramının anlamının, “alışkanlık” kelimesinden daha iyi bir bi­çimde, Aristoteles’teki “exis” edinme ve “yetenek” anlamlarını ifade ettiğine vurgu yapmaktadır.
Habitus’a hem alanın yapısı tarafından şekillendirilmesi, hem de bireylerin eğilimleri aracılığıyla alanı şekillendirmesi açısından bakıldığında, Mouzelis’in yaptığı “habitus ... yapısalcılık ve fenomenolojik/etnometodolojik yaklaşımlar arasında bir yerde durur” belirle-mesine dikkat çekmek gerekmektedir.
Devleti ‘meşru simgesel şiddetin tekelini ele geçirmeyi amaçlayan mücadelenin cereyan ettiği iktidar alanları bütünü’ olarak tanımlayan Bourdieu, Max Weber’e atıfta bulunmaktadır.
Sermaye
Ekonomik faktörlere öncelik veren Marksist analizi eleştirir. Bourdieu, toplumsal hiyerar-şilerin ve egemen yapıların yeniden üretiminde toplum­sal aktörler tarafından aktif olarak üretilen dilsel ve kültürel beceriler de önemli bir rol oynar. Bourdieu’ya göre bireylerin söz konusu bu toplumsal etkinlikleri top­lumsal dünyada birbirinden görece özerk olan ve içlerinde belirli semaye türleri­nin rekabet ettiği, yukarıda kavramsal tanımı yapılan çeşitli toplumsal alanların oluşumuna yol açar.
Bourdieu, alanlar içerisinde, hakimiyet ça­bası sırasında elde edilmeye çalışılan sermaye tiplerini (i) ekonomik, (ii) toplum­sal (ya da sosyal), (iii) kültürel ve (iv) simgesel sermaye olarak tanımlar.
Ekonomik sermaye, salt ekonomik kaynakların elde bulundurulması anlamına gelir. Bourdieu’de ekonomik olan, ekonomik ol­mayandan bağımsız ve kopuk bir sermaye türü değildir. Bourdieu’nun ekonomik sermaye kavramı, bireyin sahip ol­duğu gelir-mal-mülk iliş-kisini tanımlarken Marks’ın sermaye sınıfı ekonomik açı­dan üretim araçlarını elinde bulundu-ranları ifade etmektedir. Bourdieu, sınıfı açıklamak için ekonomik sermaye yalnız başına yeterli değildir. Diğer üç sermaye türü olan sosyal, kültürel, simgesel ser­mayelere de bakmak gerekir.
Toplumsal ya da sosyal sermaye ise bir eyleyicinin içinde bulunduğu alanda sa­hip olduğu ilişkiler ağına gönderme yapar.
Kültürel sermaye ise bir alanda gücü elinde bulunduranların eğitim yoluyla ailelere ve dola-yısıyla bireyle­re aşıladığı yapıdır. Yani bir nevi “bilgi sermayesidir.” Kültürel serma­ye, eği-timsel nitelikten, uyumlu tavır ve tarzlardan veya ilgi çeken ürün ve varlık­lara hükmedilme-sinden anlaşılabilen bir formdur.
Simgesel sermaye diğer sermaye tipleri ile yakından ilişkilidir. Simgesel sermaye kısaca tüm sermaye türlerini çeşitli oranlarda içinde barındıran ve bu şekilde belli bir alanda söz sahibi olabilmek için geçerli hale gelen sermaye türüdür. Gösterge değeri olan soyut bir durumdur. Örneğin eğitimin sonucunda alınan diplomalar simgesel sermaye özelliği taşır. Antika eserlere sahiplik, kollek- siyonculuk vs. gibi durumlar simgesel sermayeye ilişkin örneklerdir.
Göker’in belirttiği üzere, kültürel ser­maye üç halde varolur; i) bedenselleşmiş (örneğin çocukluktan bu yana öğrenil­miş dil ve yazma alışkanlıkları ile bedenin kullanım tarzı) olarak, ii) nesneleşmiş (örneğin kitap, resim, sanat ve bilim eseri gibi özel kültürel hüner gerektiren nes­neler) olarak ve iii) son olarak da kurumsallaşmış (örneğin eğitim kurumu aracı­lığıyla yaratılan eşitsizlik ve hiyerarşi) olarak.
Eğitimin rolü şöyle de özetlenebilir; aile içi eğitim aracılığıyla ailenin varolan sistemden edinmiş olduğu habitus bireye ulaşır, birey okul deneyimlerinin de te­melini oluşturan bu habi-tusla eğitim hayatını tamamlar. Ailesinden edindiği habi­tus ile eğitim sayesinde öğrendiği bilgiler bireyin okul sonrası deneyimlerini yön­lendirir.
Bourdieu’ya göre modern endüstri toplumlarında en temel karşıtlık da kültürel sermaye ile ekonomik sermaye arasındadır. “Ekonomik sermayenin (servet, gelir, mal-mülk) dağılımı hiyerarşinin baskın ilkesi, kültürel sermayenin (bilgi, kültür, eğitim) dağılımı ise hiyerarşinin daha az baskın ilkesidir” ve bu “zıtlık iktidar ala­nını şekillendirir”
İktidar, yeniden üretimini -ya­ni var olan düzenin devamını- sağlamak için, fiziksel şiddet içermeyen bir baskı unsuru kullanır. Bourdieu’nun simgesel şiddet kavramıyla somutlaştırdığı bu bas­kı, bir toplumsal eyleyici üzerinde kendi suç ortaklığıyla uygulanan şiddet biçimi­dir.
Simgesel şiddetin bir diğer özelliği de egemenlik ve boyun eğme ilişkilerinin sevgi ilişkilerine, iktidarın karizmaya ya da duygusal bir hoşnutluk yaratabilecek bir cazibeye, yani gönüllü bir sömürü ilişkisine dönüşmesidir.
“Simgesel sermaye, bilişsel temelli, yani bilgiye ve başkaları tarafından kabul görmeye dayalı bir sermayedir.”

SONUÇ
Bourdieu toplumsal, sınıflar arasındaki çatışmayı açıklayabilmek için farklı alanlar belirler. Bu alanlar mevkiler arası ilişkilerden oluşur ve güce göre şekillenirler. Bu gücün dağılımı da sermayelerin dağılımına göre değişir. Sermayeler ekonomik, toplumsal, kültürel (ve ilerleyen aşamada simgesel) olmak üzere dört farklı başlıkta ele alınırlar. Öz olarak ekonomik sermaye, ekonomik kaynaklar anlamına gelir. Toplumsal serma­ye, toplum içerisindeki ilişkiler bütünü-nü yansıtır. Kültürel sermaye ise eğitim yo­luyla öğrenilmiş tüm kabulleri, davranış kalıplarını, kısacası toplumun özünü içe­rir. Simgesel sermaye; içerisinde her sermaye türünün izlerinin görülebileceği, sa­hip olunan simgesel değerler bütünüdür. Tüm bu dinamikler aracılığıyla şekille­nen sistemin yeniden üretimini sağlayan dinamik ise habitustur.
Klasik nesnelliğin kesin ifadelerinden kasıt her türlü bireysel ve öznel etkinin göz ardı edil-diği ifadelerdir.
Bourdieu, sosyologlara hem yapıyı hemde eyleyeni ihmal etmeyen ve dikotomik açıklama-lardan kaçman, yapının inşacılığım ön plana çıka­ran bir metodolojik anlayışa sahip olmalarını önermektedir. Araştırmacının nesne­si ile kurduğu ilişkide kendisininde oyunun bir parçası olduğmu göz ardı etmeme­si gerktiğini vurgulamaktadır.





















2. ÜNİTE
Tamamlanmamış Bir Proje Olarak Modernite: Jürgen Habermas
GİRİŞ: HABERMAS’IN GENEL YAKLAŞIMI
Frankfurt Okulu’nun en önemli ikinci kuşak temsilcilerinden biri olarak kabul edilir.
Frankfurt Okulu’nun eleştirel toplum düşüncesi ile ya­kından bağlantılı olsa da, Habermas eleştirel teoriyi kendi düşünce sistematiği için­de yeniden oluşturmaya çalışır.
Türkçe ‘ye de çevri­len Kamusallığm Yapısal Dönüşümü adlı ilk önemli çalışmasını 1962’de yayımla­dı. Bir diğer önemli çalışması olan Bilgi ve İnsansal İlgiler 1968’de yayımlandı. Ha­bermas 1971 yılında Frankfurt’tan ayrılıp Bavyera’da Starnberg’de yeni kurulan Bilimsel-Teknik Dünyada Yaşam Koşullarını Araştırma-Max Planck Enstitüsü ’nün yöneticisi oldu. Bu dönemde aralarında Meşruiyet Bunalımı (1973) ve başyapıtı kabul edilen ve Türkçe’ye de çevrilen İletişimselEylem Kuramı’nm da (1981) bulun­duğu çok sayıda eser yayımladı. Habermas 1982 yılında Frankfurt’a, Sosyoloji ve Felsefe kürsüsüne geri döndü. 1985yılında Modernliğin Felsefi Tartışması adlı bir di­ğer önemli çalışmasını yayımladı. Habermas bugün hayatta olup çalışmalarını ha­len sürdürmektedir. Habermas’m Türkçeye çevrilen diğer eserleri arasında Bilgi ve İnsansal İlgiler (1997), Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine (1998), Rasyonel Bir Topluma Doğru (1992), “İdeoloji” Olarak Teknik ve Bilim (2004), Bölünmüş Batı (2007), Doğalcılık ve Din Arasında-Felsefi Denemeler (2009) yer almaktadır.
Habermas, içinde Marx, Durkeim, Weber, Mead, Parsons, Schutz gibi çok sayı­da sosyal kuramcının içerildiği oldukça kapsamlı bir eleştirel teori geliştirmeye ça­lışır. Eleştirel teoriyi sosyoloji teorilerinin belli başlı kurucularının çalışmaları ek­seninde yeniden inşa etme yönün-de bir amaca sahiptir.
Habermas’a göre ‘modernite’ tipik olarak Avrupa ve Amerikan tarihinde 17. yüzyılda Rönesans’ın bitimiyle başlayan dönemi tanımlarken ‘modernizm” bu dönemi karakterize eden kültürü tanımlar, post- modernizmi ise modernizmden sonra gelen ve onun en temel varsa-yımlarına meydan okuyan bir kültürel dönem olarak tanımlar.
Habermas Parsons’un büyük boy teorisine benzer bir teorik proje geliştirmeye çalışan tek çağdaş düşünür olarak görülebilir. Habermas genel olarak modernite (veya modernlik) konu-sunda post-modernist ve ayrıca post-yapısalcı yazarlardan farklı görüşlere sahiptir.
Habermas, “Frankfurt Okulunun kapi­talist ‘burjuva’ toplumunun bazı olumlu yanlarını belirlemeyi başaramayan yaygın düşüncelerinden de uzaklaşır.” Bununla birlikte Habermas’ın çalışmaları geniş çevrelerce neo-Marksist çalışmalar olarak nitelenir.
Slattery, Habermas’ın bugüne kadar yapmış olduğu çalışmalarının ana teması­nın kısaca aşağıdaki gibi özetlenebileceğini vurgular;
a)  Pozitivizmin eleştirisi ile bilim ve teknolojinin araçsal kullanımının eleştirisi
b)  Eleştirel teorinin yeniden inşası ve güncelleştirilmesi
c)  Marksizmin yeniden inşası
d) Yeni bir bilgi ve iletişim teorisinin geliştirilmesi

Habermas şeye rağmen “pozitivizmi bu araçsal akıl­cılığı çökertebilecek, insanlar arası ileti-şimi özgürleştirebilecek güçte yeni bir bil­gi teorisinin geliştirilmesiyle rasyonel düşüncenin, bir kez daha, hâkim olacağını ve böylece daha adil ve özgür bir toplumun oluşacağını ümit eder.”
KAMUSALLIĞIN YAPISAL DÖNÜŞÜMÜ
Habermas’ın 1962’de yayımlanan ve ilk büyük çalışması olarak kabul edilen Kamusallığın Yapısal Dönüşümünden (Strukturwandel der Öffentlichkeit) kısaca bahsetmek yerinde olacaktır. Habermas bu çalışmasında, vatandaşlar ara­sında şeffaf, açık ve akılcı tartışmaya dayalı olarak oluşturulan, kamu ve kamuoyu anlamına da gelen kamusallığın tarihsel gelişi-mini, dönüşümünü ve de çöküşünü irdeler. Her ne kadar Habermas’ın burada sözünü ettiği kamusallık Türkçeye kimi zaman kamusal alan olarak çevrilse de kitabın Türkçe çevirmenleri Tanıl Bora ve Mithat Sancar, yazarın burada mekan anlamına gelen kamusal alandan ziyade ey­lem, davranış anlamına gelen kamusallığın veya aynı anlama gelen kamu ya da ka­muoyunu kastettiğini özellikle vurgulamaktadırlar
Habermas bağımsız, özerk ve eşitler arasında, müzakere­ye dayalı bir ortak kanaat ve irade oluşumu için gerekli olan iletişim koşullarını sağlayan ve yönetimi meşruluğa zorlayan bir kamusallığın oluşumunu özgürlükçü, eşitlikçi, akılcı bir katılımcı demokrasi teorisinin de temeli olarak görür.
Kamusallık, devlete ait resmi olmayan bir alan olarak 18. yüzyılda devlet ile toplumun burjuva kesimi arasında ortaya çıktı. Habermas için burada önemli olan nokta kamusallığın eşit koşullarda ve hür bir iradeyle fikir alışverişinde bulunmak ve tartışmalara katılmak için gerekli olan ile­tişim koşullarının sağlandığı bir alanda şekillenmesi ve yöneticileri meşruluğa zor­layan eleştirel bir kamuoyu olarak ortaya çıkmış olmasıydı.
İletişim ağının ticarileş­mesi ve özgür basının sermayenin çıkarlarına hizmet etmeye başla-masıyla birlikte akıl üreten kamusal topluluk kültür tüketicilerine dönüşmeye başlar.
Habermas çökmüş olan kamusallığın yeniden genişleti­lebileceğini ve özellikle karmaşık, çoğulcu toplumlarda demokratikleşme sürecin­de yaşanan sorunların çözümü sürecinde kamu-sal bir iletişim temeli oluşturulabi­leceğini düşünür. Bu noktada da geç kapitalist toplumlarda sosyo-kültürel yaşam alanının özgürleşmesi talebiyle ortaya çıkan yeni toplumsal hareketlerin kamusal alanın gelişip genişlemesinde önemli bir rol oynayacağını düşünür.
BİLGİ VE İNSANSAL İLGİLER
Habermas’ın ilk dönem önemli çalışmalarından biri de 1968’de yayımlanan Bilgi ve İnsan-sal ilgiler (Erkenntnis undInteresse) adlı ünlü çalışmasıdır.
Habermas bu çalışmasında ilk olarak bilgi ve bilim konusunda kendini genel-geçer tek paradigma olarak or­taya koyan pozitivist bilgi ve bilim modelini eleştirir. Habermas bu çalışmasında olanaklı bilginin koşullarını soruştu­rur ve bunu “pozitivizmin tuzaklarından kurtulan eleştirel bir bilim felsefesinin gö­revi...” olarak görür.
Habermas bilginin tarihsel olarak üretildiği konusunda Marx’a ka­tılmakla birlikte, onun da tüm eylem biçimlerini emek düzeyine indirgeyen yakla­şımına eleştirel yaklaşır. Ona göre bir bilgi teorisi, Marx’ın çalışmalarında görüldü­ğü gibi sadece ekonomik bir emek modeline dayandırılmamak, tarihin daha kap­samlı bir görünümünü içine alacak şekilde genişletilme-lidir.
Habermas özellikle bilgi ile insan ilgileri/çıkarları arasındaki diyalektik ilişkile­ri çözümle-meye çalışır.
Habermas üç tür bilgi formu ile bunlara karşılık gelen ve her biri farklı bir eylem/deneyim alanı ile ilişkili olan üç tür bilişsel ilgi/çıkar alanı ayırt eder.
Habermas’ın bilişsel ilgileri bilgiyi mümkün kılan ön-koşullar ola­rak tanımlarken de ünlü Alman filozof Immanuel Kant’ı ilham aldığı bilinmektedir. Bilişsel ilgiler insan türünün hayatta kalmasının koşulu olarak insanları fiziksel dünya, sosyal dün­ya ve siyasal güç kullan-ma konusunda bilgi oluşturmaya teşvik eder.
Bu bilgi formlarından birincisi klasik pozitivizmde görülen empirik-analitik (araçsal) bilgi olup bu bilgi türünün arkasında yatan temel bilişsel ilgi/çıkar çev­reye, insanlara ve genel olarak toplumlara uygulanabilen teknik kontroldür. Bu bil­gi formu ile ona karşılık gelen teknik ilgi/çıkar materyal dünyada çalışma/emek olarak tanımlanabilecek bir eylem ya da deneyim alanı ile ilişkilidir. Habermas pozitivizmi, kavramsal olarak inşa edilen bir gerçek-likten ziyade dış dünyada verili bir gerçeklik varsayımından hareket etmek­te ve de analitik-bilimsel bilginin insanların maddi koşullarını kontrol etmek ama­cıyla bizzat insan eylemi tarafından üretildiği gerçeğini göz ardı etmektedir. Habermas bu nedenle pozitivizmi adına bilimcilik (scientism) dediği yaygın bir kanının oluşmasına yol açtığını savunarak eleştirir.
Ha­bermas bilimciliği iki açıdan eleştirir. Birincisinde bilimciliğin bilginin nasıl oluştu­ğu konusunda yetersiz olduğunu, ikincisinde ise bilimciliğin çağdaş toplumda, Ha­bermas’ın karar vericilik (decisionism) dediği, siyasal karar alma süreçlerinde bo­zulmaya yol açtığını savunur.
İkinci bilgi formunu taribsel-bermeneutik/yorumbilgisel (iletişimsel) bilgi veya daha kısaca hümanistik bilgi oluşturmaktadır ve bu bilgi türünün temel ilgisi dün­yayı anlamaktır. (Pratik anlam). Habermas’a göre ana­litik bilgi baskıcı denetimi kolayca artırmaya yönelik bir ilgi-ye/çıkara sahipken hü­manistik bilgi ne baskıcı ne de özgürleştirici bir ilgiye/çıkara sahip değildir.
Üçüncü bilgi formu ise eleştirel bilgi olup bu aynı zamanda Frankfurt Okulu ile Haber-mas’ın benimsediği bir bilgi sistemidir. eleştirel bilgi, temel olarak ezilenlerin özgürlüğü-/kurtuluşu ile ilgilidir ve tahakküm (domination) olarak tanımlanabilecek bir eylem ya da de­neyim alanı ile ilişkilidir.
Neticede Habermas bu çalışmasında insanların ortaklaşa sahip oldukları üç bi­lişsel ilgi saptar:
a)  çevremizi tanımaya ve denetlemeye çalışırken ortaya çıkan ve bizi ampirik bilimlere yönelten teknik ilgi,
b)  birbirimizi anlayabilmek ve birlikte çalışabilmek için ihtiyaç duyduğumuz ve bizi herme-neutik bilimlere yönelten pratik ilgi
c)  anlama ve iletişim kurma esnasında çarpıtmalardan kurtulma ihtiyacımızı yansıtan ve bizi psikanaliz gibi eleştirel bilimlere yönelten kurtarıcı ilgi

Habermas’ın çalışmalarında bu üç temel teknik, pratik ve kurtarıcı ilgiler sırasıyla doğa bilimlerinin, sosyal bilimlerin ve eleştirel teorinin özgürleştirici /kurtarıcı siyasetinin gelişi-mini ve şekillenişini mümkün kılar.
TOPLUMSAL EYLEM VE TOPLUMSAL SİSTEM KAVRAMLARI
Scott, Habermas’ın geliştirmeye çalıştığı sosyal teoride yer alan toplumsal eylem ve toplumsal sistemle ilgili görüşlerini erken dönem çalışmaların­da, kökü Hegel’e uzanan bir toplumsal evrim teorisine dayanarak geliştirdiğini ve bu görüşlerinin sonraki çalışmalarının da temelini oluşturduğunu savunur. İki eylem tipi olarak somutlaşan emek ve etkile­şim, dil ile birlikte insan olmanın en önemli üç özelliğini oluşturur. Her ne kadar emek kavramı Marx’ın çalışmalarının merkezinde yer alsa da Habermas’ın bu kav­ramı ve genel olarak eylemle ilgili görüşlerini Hegel’in çalışmalarına dayanan bir toplumsal evrim teorisinden geliştirdiği savu-nulur.
Toplumsal evrim;
(ı) dil (ya da sembolik temsil),
(ıı) araçsal eylem (emek ile ilişkili) ve
(ııı) iletişimsel eylem (etkileşimle ilişkili) olmak üzere, tüm somut eylem biçim­lerinin analitik özelliklerini oluşturan üç boyutlu karmaşık bir süreç olarak çözümlenir.
Bilgi kuramındaki bilgi formlarına paralel olarak araçsal eylem; rasyonel bir araç-amaç iliş-kisi izleyen, empirik-analitik bilgi yönelimli ve somut düzlemde emek ile ilişkilendirilmiş bir eylem tipidir. İletişimsel eylem ise normlar tarafından yapı­landırılan, tarihsel-hermeneutik bilgi yönelimli, somut düzlemde ise toplumsal et­kileşim ile ilişkilendirilmiş bir eylem tipidir. Dil ise hem araçsal hem de iletişimsel eylem tiplerinin oluşumunda yer alan, anlamların söylemsel olarak inşa edilmesin­de kilit rolü oynayan araçtır. Habermas özellikle son dönem ça­lışmalarında dil kullanımına çok daha büyük bir önem verir ve bu durumu kendi­si de “dile-dönüş” olarak nitelendirir.
Habermas sistem teorisi temelinde geliştirdiği toplumsal evrim sürecinde toplu­mun genel yapısını ekonomi politik ve “kurumsal çerçeve” olmak üzere birbirine bağlı iki alt sistemden oluşan bir sistem olarak çözümler. Bu çözümlemede araçsal eylem ve emek ekonomi politiği yapılandırır; iletişimsel eylem ve etkileşim ise ai­le, akrabalık ve benzeri ilişkilerden oluşan kurumsal çerçeveyi oluşturur.
Ritzer’e göre de tarihsel materyalizmi yeniden inşa etmek isteyen bir düşünür olarak Haber-mas çalışmalarında Marx’ın başlama noktası olan “duyumsal insan etkinliği” kavramından hareket eder.
Sistematik olarak çarpıtılmış iletişimin eleştirel analizi ile ilgi­lenir. Sistematik olarak çarpı-tılmış iletişim kavramı Habermas’ın özellikle erken dö­nem çalışmalarında önemli bir yere sahiptir. Freud’un psikanaliz üzerine olan ça­lışmalarından esinlenilerek geliştirilen bu kavram, kabaca toplumsal etkileşimin engellenmesi ve baskıya dayalı iletişim nedeniyle karşılıklı anlamaya dayalı ileti­şimsel eyleme ulaşılamama durumu olarak tanımlanabilir. Sistematik olarak çarpıtılmış iletişimin en önemli ideolojik sonuçlarından biri eşit­sizliklerin algılanması, konuşulması ve de eleştirilmesi gibi konularda insanlar üze­rinde engelleyici ve köreltici etkilere sahip olmasıdır. Toplum­sal etkileşimin sistematik olarak çarpıtılmasını Habermas ortak bir anlayışa ulaşma anlamındaki iletişimsel eylemden veya çarpıtılmamış iletişim anlamında kullandığı “ideal konuşma durumu”dan uzaklaşma anlamında kullanır. Habermas’ın çalışma­larında ideal konuşma durumu, “özgür ve şeffaf iletişim için gerekli olan koşullar” anlamı taşımaktadır.
Habermas’a göre ideal konuşma durumuna ulaşmanın en önemli ve birincil ko­şulu ise söyleme katılanlar arasında güç dengesizliğinin ortadan kaldırılmasıdır.
Habermas’ın Rasyonelleşme Üzerine Düşünceleri
Habermas’a göre kurtuluşun/özgürleşmenin yolu bir anlamda rasyonel iletişimdir. Haber-mas’ın rasyonelleşme üzerine olan düşüncelerinde Weber’den etkilendiği ancak aynı zamanda Weber’ in konuyla ilgili düşüncelerini de büyük ölçüde revize ettiği bilinmektedir. Habermas araçsal ras- yonalitenin toplumsal yaşam üzerinde teknik bir kontrole dönüşen etkileri konu­sunda Weber’e katılmakla birlikte ondan farklı olarak modern dünyanın araçsal rasyonalite tarafından tamamen tahrif edilmesinin mümkün olmadığını savunur ve bu nedenle rasyonel düşünmenin alabileceği diğer formlar üzerinde yoğunlaşır.
Ha­bermas, Weber’ in rasyonelleşme kuramındaki temel sorunların da öncelikle “Weber’in eylem dizgelerinin rasyonelleşmesini, sadece amaçsal rasyonellik görünümü altında inceleme-sinden” kaynaklandığını, ikinci olarak da “Weber’in eylem kuram­sal kavramsal çerçevesinin dar boğazlarının engellemesiyle, kapitalist modernleş­me örneğini, genel olarak toplumsal rasyonelleşme ile eşit tutması” sonucundan kaynaklandığını vurgular. Rasyonelleşmenin daha geniş bir kavramsal çerçevede ele alınması gerektiğini savunan Habermas’ın ise kariyeri bo­yunca hem araçsal rasyonaliteyi hem de rasyonel düşünmeyi restore edecek alter­natif bir akıl (reason) formunu kapsayan bir rasyonelleşme düşüncesi geliştirmeye çalıştığı ve nihayetinde bu amacına iletişimsel eylemi temellendiren iletişimsel akıl ile ulaştığı vurgulanır.
Ritzer’e göre Habermas rasyonelleşmenin mo­dern dünya üzerindeki etkileri konusunda Weber’den etkilenir ancak temel soru­nun genel anlamdaki rasyonelleşmeden ziyade toplum-sal yaşam üzerinde teknik kontrol oluşturan araçsal rasyonelleşmeden kaynaklandığını düşünür.
Habermas için evrimin nihai noktasının rasyonel toplum olduğu vurgulanır. Habermas da Rasyonel Bir Topluma Doğru (Towards a Rational Society) adlı 1972 tarihli çalışmasında bu amacını açıkça ortaya koyar. Habermas bu çalışmasında araçsal akla yönelik eleştirisinin de onu reddetmek değil aksine onu bir anlamda “rasyonel toplum” projesinin hizmetinde ve özellikle yaşantı-dünyası dediği toplumsal alanın iyileştirilmesinde kullanmak olduğunu belirtir.
Araçsal rasyonalite bir amaca ulaşmada en uygun araçların akılcı seçimi olarak tanımlan-maktadır. Araçsal rasyonalitede amaçlardan çok araçların rasyonelliği söz konusudur.
MEŞRUİYET KRİZİ
Habermas’ın Meşruiyet Krizi (Legitimation Crisis) adlı 1976 tarihli çalışmasında ele aldığı meşruiyet krizleri fikri o zamanlar gelişme halinde olan büyük projesinin bir parçasını oluş-turur ve Habermas bu düşüncelerini sonra gelen İletişimsel Eylem Ku­ramı (1981) adlı en önemli çalışmasında “sistem” ve “yaşantı-dünyası” modelinde yeniden formüle ederek tartışır. Bu çalışma devletin önemli bir role sahip olduğu “örgütlü” ya da geç kapitalizmde meşruiyet (meşru güç, otorite) sorunuyla ilgilidir. Meşrulaştırma’ terimi, bir yönetimin veya sosyal sistemin kendi varlığı ve gücünü haklı çıkarmaya çalışma biçimini anlatır. Öte yandan kriz terimi ise “toplumdaki gerilimlerin sosyal sistemin baş edemeyeceği bir noktaya ulaştığı ve yakın bir yıkılma tehlikesi içeren bir durumu ifade eder. Habermas bu çalışmasında “geliş-miş kapitalist toplumlardaki bu kriz dönemlerini ve modern devletin bu tür krizlerle başa çıkarken kapitalist sistemin meşruluğunu ko­rumayı nasıl başardığını anlamaya ve açıklamaya çalışır.”
Habermas kapitalizmin günümüzde ekonomik çıkarlardan çok yaşantı- dünyası dediği yaşam alanının özgürleşmesine ve kaybedilen değerlerine yönelik taleplerle mücadele veren barış, öğrenci, ekolojik, kadın ve benzeri biçimler alan yeni toplumsal hareketlerin yarattığı gerilimlerle sarsıldığını ve bu gerilimlerin si­yasal sistemde, ekonomik krizlerden daha büyük bir tehlike arz eden meşruiyet krizleri yaratma potansiyeline sahip olduklarını düşünmektedir.
Habermas geç kapitalist toplumda ekonomik, siyasal ve sosyo-kültürel sistem çıkışlı olarak birbirini tetikleyebilen dört olası kriz eğilimi be­lirler: ekonomik krizler, rasyonalite krizleri, meşruiyet krizleri ve motivasyon kriz­leri. Habermas ekonomik sistemdeki krizler ile siyasal sistemdeki rasyonalite kriz­lerini, bu iki (ekonomik ve siyasal) sistemden oluşan topluma verdiği adla, sistem krizleri olarak değerlendirir. Meşruiyet ve motivasyon krizlerini ise toplumsal-kültürel sistemle (yani yaşantı-dünyasıyla) ilişkili kimlik krizleri olarak değerlen-dirir.
Geç kapitalist toplumda bir ekonomik kriz devlet müdahalesiyle çözülebilmekte ancak devlet ekonomik bir krizi çözerken bir taraftan da siyasal alan­da rasyonalite krizine yol aça-bilen mali ve idari sorunlara yol açabilmektedir. Devletin politik açıdan taraf tutmuş görün-mesi halkın ona olan gü­veninin sarsılmasına ve meşruiyetinin sorgulanmasına, bu da akabinde Habermas’ın motivasyon dediği krizin oluşumuna yol açabilir.
Habermas’a göre, geç kapitalist toplumda devletin meşruiyet için önce vatandaşlarını destek vermeleri konusunda ikna edip, motive etmesi gerekmektedir.
İLETİŞİMSEL EYLEM KURAMI: SİSTEM VE YAŞANTI-DÜNYASI
Habermas çalışmalarının ikinci aşamasında daha da geliştirdiği düşüncelerini 1981 tarihli İletişimsel Eylem Kuramı (Theoriedes Kommunikativen Handelns) adını ta­şıyan ve Türkçeye de 2001 yılında çevrilen ünlü eserinde yeniden formüle eder. Habermas’ın bu aşamada sosyal teorisini daha önce geliştirdiği bilgi teorisi üzerin­de inşa etme düşüncesinden de giderek uzak-laştığı bilinmektedir. Habermas bu çalışmasında önceki çalış­malarını yaşantı-dünyası ve sistem olarak adlandırdığı iki toplumsal alan kavramı çerçevesinde gözden geçirerek revize eder. Kitabın arka kapak açıklamasında da belirtildiği gibi; “Habermas, 21. yüzyılın Kapital’i olarak okuna­bilecek bu yapıtında, Marksist kuramın üretim araçları/üretim ilişkileri paradig-ma­ sının yetersizliğini, bu paradigmaya iletişimsel eylem ve yaşama evreni kavramla­rını da ekleyerek oluşturduğu iletişimsel eylem kuramıyla aşmayı öneriyor”.
Başarıya yönlenmiş amaçsal-rasyonel eylemi Habermas;
a)  araçsal eylem ve
b)  stratejik eylem olmak üzere her ikisi de katılan aktörlerin eylem planlarının benmerkezci ego hesapları üzerinden” koordine edildiği iki alt eylem tipi altında inceler.

Araçsal eylemler toplumsal etkileşimlerle bağlantılı olabilir; stratejik eylemler ise toplumsal eylemlerdir.” Araçsal eylem tek aktörlü, stratejik eylem ise en az iki ve daha çok aktör arasın-da geçen bir ey­lem tipidir. Tek aktörlü araçsal eylemde kişi kendisini çevreleyen doğal dünya-yı manipüle etmekle ilgilidir, yani doğal dünyadaki nesnelere karşı araçsal bir tutu­ma sahiptir. İki veya daha çok kişiyi kapsayan stratejik eylemde ise kişi veya kişi­ler başkalarına karşı araçsal bir tutuma sahiptir.
Habermas iletişimsel eylemi ise, toplumsal ilişkilerde anlaşmaya yönlenmiş bir eylem olarak çözümler. Habermas, “katılan aktörlerin eylem planlarının benmer­kezci ego hesapları üzerinden değil de anlaşma edimleri üzerinden koordine edil­diği durumlarda, iletişimsel eylemlerden söz” edilebileceğini belirtir. “İletişimsel eylemlerde taraflar birincil olarak kendi başarılarına yönlenmemiştir.
Habermas’ın çalışmalarında merkezi bir öneme sahip olan iletişimsel eylemler ise yaşantı-dünyası diye tanımladığı sosyo-kültürel bir toplumsal yaşam alanın­da gerçekleşir. Araçsal ve stratejik eylemden oluşan amaçsal eylemler ise sistem adını verdiği (ekonomik ve siyasal sistemden oluşan) toplumsal alanda gerçekle­şir. Bu iki kavram bir bakıma Habermas’ın önceki çalışmalarında toplumun genel yapısını çözümlemede kullandığı ekonomi politik ve “kurumsal çerçeve” kavram­larının ciddi bir değişime uğramış yeni halleri olarak görülebilir.
Habermas, yaşantı-dünyasmı fenomenolojik yaklaşımdan da­ha kapsamlı olarak ele alır. Nitekim Habermas’a göre yaşantı-dünyasmı daha kap­samlı kılan farklı ontolojik alanlar (dışsal-nesnel, normatif-toplumsal ve deneyimsel-öznel dünya gibi farklı gerçeklik düzeyleri veya tezahürleri) söz konusudur. Habermas’ın çalışmalarında yaşantı-dünyası iletişimsel eylemin gerçekleştiği alandır.
Yaşantı-dünyası (lifeworld), toplumun sıradan üyelerinin gündelik yaşamda et­kileşime girmek ve nihayetinde ortak bir anlayışa ulaşmak amacıyla kullandıkları bilgi, beceri ve yetenekler stoku olarak tanımlanabilir. Kavramın ilk olarak Edmund Husserl tarafından, daha sonra ise Alfred Schutz tarafından kullanıldığı, son olarak Habermas’ın kavramı önemli ölçü-de değiştirerek kullandığı bilinmektedir.
Scott’a göre Habermas’ın toplum modelinde sistem siyasal ve ekonomik olmak üzere iki ayrı yapıdan oluşurken, yaşantı-dünyası özel alan (aile ve ev içi ilişkiler alanı) ile kamusal alamn merkezinde yer alan sosyal topluluk dediği alanlardan oluşur. Bu eylem alanlarının her biri de diğer alanlarla ilişkilerini düzenleyen belirli bir değişim aracı (sırasıyla ekonomi-para, siyasal sistem-güç, kamusal alan-etki, özel alan-sorumluluk) üretir.
Sistem İle Yaşantı-Dünyasının Ayrılması ve Yaşantı-Dünyasının Kolonileşmesi
Habermas’a göre toplumu oluşturan sistem ile yaşantı-dünyası geçmiş dönemlerde iç-içe geçmişken toplumsal evrim sürecinde giderek birbirlerinden farklılaşmış ve nihayetinde günü-müzde birbirlerinden ayrılmıştır.
Habermas, sosyolojide üzerinde uzlaşılmış üç temel toplumsal ev­rim aşamasına, “kabile toplumları, geleneksel ya da devletçi örgütlenmiş toplum­lar ve de (farklılaşmış bir iktisat dizgesine sahip) modern toplumlar”a işaret eder. Kabile toplumlarında yaşantı-dünyası ile sistem arasında yok denecek ka­dar az bir farklılaşma varken (yani sistem mekanizmaları toplumsal bütünleşme mekanizmaları ile iç içe iken) geleneksel toplumlardan modern toplum-lara doğru bu farklılaşma gitgide artar.
Habermas arkaik toplumlardan modern toplumlara geçişi Weber gibi rasyonel­leşme süre-ciyle ilişkilendirir. Habermas’a göre bu süreç sistem ve yaşantı-dünyası- nı karakterize eden hem araçsal hem de iletişimsel rasyonalitede bir artışa işa­ret eder.
İletişimsel rasyonalite veya iletişimsel akıl Habermas’ın hakikat ve ahlaki iyilik (moral goodness) ile ilgili problemlerin bireyler arasında özgür, açık ve zorlamaya dayalı olmayan bir iletişim sürecinde akılcı bir şekilde çözümlenmesini ifade etmek için kullandığı bir kavramdır.
Sistemin yapısal mekaniz­maları güçlendikçe, özellikle güç ve para temelinde işleyen siyasal ve ekonomik sistemlerin yaşantı-dünyası üzerindeki güç ve denetimi giderek artar ve nihaye-tin­de yaşantı-dünyasmı kontrol etmeye başlarlar. Habermas, sistemin yaşantı-dünyasına müdahalesini ve denetimini de yaşantı-dünyasının kolonileşmesi olarak kavrar. “Habermas’ın terminolojisiyle bu süreç bir ‘sistem’ olarak toplumun, bir ‘yaşantı-dünyası’ olarak topluma müdahalesi” olarak anlaşılır
Yaşantı-dünyasının kolonileşmesi, çok karmaşık toplumlarda, büyük ölçekli toplumsal süreçlerin giderek daha özerk hale gelmesi ve bireylerin eylemlerini sınırlandırması sonucun-da ortaya çıkan ve ferdi özgürlük yitimine yol açan bir süreçtir.
Edgar’ın belirttiği gibi Haber­mas için yaşantı-dünyasınm kolonileşmesi sorunu sistemin amaca ulaşmak için bir araç olmaktan çıkarak kendi içinde bir amaca dönüşmesi sonucunda ortaya çıkar.
Yaşantı-dünyasınm kolonileşmesine karşı çözüm yaşantı-dünyasmdaki rasyonalitenin ve rasyonel iletişimin sistem üzerinde etkili olacak düzeyde güçlen­dirilmesi ile mümkün olabilir. Yaşantı-dünyasınm rasyonelleşmesi ve rasyonel ile­tişimin giderek artması ile birlikte Haber-mas’ın “yeni politikalar” dediği barış, çev­reci ve benzeri toplumsal hareketler kolonileştir-meye karşı yaşantı-dünyasmı etkin kılmaya çalışırlar.
SONUÇ
Ritzer’in ifade ettiği gibi Habermas modernite ve rasyonaliteyi eleştirmekle birlikte aynı zamanda savunan ve bu açıdan modernizmin varsayımlarına saldıran post-modernistlere karşı moderniteyi “tamamlanmamış bir proje” olarak görerek tamamlamaya çalışan günümüzün tartışmasız lider sosyal kuramcısıdır.
Habermas’a gö­re toplumsal yaşamın akılcı örgütlenmesinde hem araçsal hem de iletişimsel akla ihtiyaç vardır. Ne var ki iletişimsel rasyonalitenin hakim olduğu yaşantı-dünyasının araç-sal rasyonalitenin hakim olduğu sistem tarafından kolonileştirmesi sorunu modernitenin temel sorunu olmuştur.








































3. ÜNİTE
Anthony Giddens: Modernlik/Geç Modernlik ve Yapılaşma Kuramı
GİRİŞ: YAŞAMI VE SOSYOLOJİYE BAKIŞI
Toplumsal kuramını epistomolojik ve ontolojik yakla­şımlardan yola çıkarak değerlendirmiş ve toplumsal ilişkilerin analizini anlamak için ontolojik yaklaşımın önemli olduğunu belirt-miştir. Giddens, hem bir teori oluşturma hem de bir eylem adamı olma çabası içinde olmuştur. Onun üç temel kuramını modernlik/geç modernlik, küreselleşme ve yapılaşma meseleleri olarak sıralamak mümkündür.
Toplumsal yaşamın evrensel yasalarının bulunmadığını, ya­pının dışsal olarak ve tek faktör-lü olarak davranışlarımızı belirlemediğini kabul et­mekte ve aynı zamanda Parsonscu bakışın işlevselliğini de reddetmektedir.
Düalizmlerin hiçbir teorik dönüşümü sağlamaya uygun olmadığını belirten Giddens, birey-toplum (yapı/fail) karşıtlığından söz etmek yerine, bu ikili yapıların karşıtlıktan oluşan dönü-şümselliklerini hesaba katmak gerektiğini savunmuştur.
Giddens Sosyoloji’de kuramını oluştururken, bir yandan işlevselcilik ve yapısalcılık, diğer yandan yorumsamacı yaklaşımları birbirleri arasındaki farklılıklar ve benzerlikler üze­rinden giderek oluşturmaya çalışmıştır. Böylece toplumların, hem kurumsal işlevler düze­yini hem de tarihsel ve anlamsal değişimler alanını bir araya getirerek kapsayıcı bir meto- dik deneme yaparak kuramını oluşturmuştur.
Giddens Sosyolojik Metodıın Yeni Kuralları kitabında Durkheim’m pozitivist açıklama-larını önemsemekle birlikte, onun metodunu eleştiriye tabi tut­muştur. Ancak kendisinin Durkheimci gelenekten beslendiğini, bunun yanı sıra Mars ve Weber’in düşünce ve metod-larmdan etkilendiğini fakat kendisinin bu ge­leneksel anlayışın üzerine yeni dediği işlevselci, yapısalcı, anlamacı ve tarihselci prespektifleri harmanlayarak bir kuram inşa ettiğini belirt-mektedir. Bu inşacı kuramını reflektivist ya da düşünümsel/dönüşümsel olarak adlandırdığı görülmektedir.
Gid­dens, klasik sosyologların kuramlarını indirgemeci olarak niteler. Sosyolojide pozitivist varsayımlar yerine, yapı ile eylemin soyut problemlerini vurgulayan bir yaklaşımın gereğinin önemini vurgular. Sosyoloji ne doğa bilimi, ne de bilim olmayan bir alandır. Ona göre sosyo-loji, kendi sorunsalını yansıtan özelliğe sahip bir bilim­dir.
Giddens’a göre, yorumsamacı/hermeneutik sosyolojilerin eksiği yapıdır, katkı­sı ise eylemde insan öznelerin belirleyiciliğidir. îşlevselci ve yapısalcılar ise, zorla­ma, güç, organizasyon gibi kavramlarla topluma vurgu yaparlar. Eksiklikleri ise ak­törleri büyük güçlerin oyuncağı olarak ele almaları, insan failliğini değerlerin içsel­leştirilmesine indirgemeleri, onların toplumsal hayattaki aktifliğini ihmal etmeleri ve normların müzakereye açık olduğunu görememeleridir.
Öncelikle toplumların günümüzde post-modern döneme geçtiği iddasını reddeden Giddens, aksine günümüzde modernliğin sonuçlarının giderek radikalleştiğini ve evrensel bir boyut alarak toplumları sarıp sarmaladığını belirtir.
Çifte yorumsama veya hermeneutik kısmen mantıksal kısmen de empirik olduğuna de­ğinir. Bütün sosyal bilimler hermeneutik özellik gösterirler. Sosyolojik bilgi, toplumsal yaşam alanına sarmal bir şekilde girip çıkan bir süreçtir. Bu sürecin tamalayıcı bir parçası olarak sosyoloji hem kendini hem de toplumsal alanı yeniden yapılandırır. Sıradan aktörlerin gündelik yaşama dair atfettikle­ri anlamlar ile o kültürün içinden gelen sosyoloğun teorik açıklamaları örtüşünce çifte hermeneutik dediğimiz durum oluşur. Buna Türkiye’den bir örnek olarak “hortumculuk” kavramını verebiliriz. Bu kavram, tüm nesneleri içine alan korkunç bir doğa olayı olan hortum ile devletin maddi olanaklarını kendi çıkarları için sahip-lenenlerin ve bunu alışkanlık haline getirenlerin içinde bulundukları durumu tanımlamayı ifade eder.
MODERN ÖNCESİ VE MODERNLİK
Modernliği, 17. Yüzyılda Avrupa’da başlayan ve daha sonra tüm dünyayı etkisi altına alan bir toplumsal yaşam ve örgütlenme biçimi olarak tanımlar.
Modern öncesi ve modern kültürleri karşılaştırmada “güven” önemli midir, so­rusuna Giddens ’m verdiği yanıt şöyledir: Kişinin kendini dünyada güvende hisset­mesini anlatan ve diğer insanlarla bir arada yaşamasını olanaklı kılan güven odak­lı “ontolojik/varlıksal güven-lik” olgusu, insani varoluşun temel bir özelliğidir. Ontolojik güvenliğin temelinin genellikle ilk çocukluk döneminde oluşturulduğunu belirten Giddens, yetişkinlik dönemi rutinleriyle de­vam ettirildiğini öne sürer. Modern-öncesi toplumlarda geleneksel kurumlardaki güvenirlik ve rutinler, dün­yanın olumsallığını gizlerdi. Akrabalık ve cemaat, zaman ve uzam boyunca güve­nilir bir biçimde eylemleri yapılandıran bağlar yaratırdı. Din, deneyimi güvenilir şekilde düzenleyen bir kozmoloji oluştururdu. Modern toplumlarda kurumsal ortamların hiçbiri güçlü bir güvenirlik ve ontolojik güvenlik his­si yaratmamaktadır. Giddens’a göre bu ihtiyaçlar farklı şekillerde karşılanır: Rutin, soyut sistemlerle bütünleşmiştir, saf/arı ilişkiler cemaat ve akraba-lığın yerine geç­miştir ve düşünümsel olarak inşa edilmiş bilgi sistemleri dini kozmolojilerin yerini almıştır. Sonuç, ontolojik güvensizliğin, “gerçekliğin varoluşsal demir atması” ile bağlantılı olarak endişenin geleneksel toplumlardan ziyade modern toplumlarda çok daha fazla görülüyor olmasıdır. McLuhan’ın ifadesi ile söylersek, geleneksel dö­nemde bedenimizin uzandığı yere kadar ulaşma olanağımız bulunurken, elektro­nik çağda sinir sistemimiz dünyayı bir ağ gibi sarmaktadır.
Modern Öncesi Dönemin Güven Ortammm Belirleyicileri
Giddens, modern öncesi dönemin genel özelliklerini güven ortamı ve risk ortamı bakımın-dan analiz eder. Güven ortamının belirleyicilerini 4 faktörle açıklar. Bunlar;
1)  Zaman-uzam içindeki toplumsal bağları istikrarlı kılmada akrabalık ilişkileri düzenleyici bir rol üstlenir.
2)  Tanıdık bir çevre sağlayan bir yer olarak yerel toplulukların varlığına/ağırlı­ğına dikkat çeker.
3)  İnsan yaşamının ve doğanın tanrısal bir yorumunu sağlayan inanç ve ritüel uygulama tarzları olarak dinsel kozmolojiler önemli bir yer tutar.
4)  Bugün ile geleceği birbirine bağlayan geleneğin çevrilebilir bir özelliğe sa­hip olmasından dolayı geçmişe yönelik bir bağlantının söz konusu olduğu­nu vurgular. Bu dört faktör modern öncesi döne­min temel güvenlik durumunu sağlayan toplumsal ilişki biçimleridir.

Modern Öncesi Dönemin Risk Ortamı
Giddens, modern öncesi dönemin risk ortamını ise şöyle değerlendirir;
1)  Bulaşıcı hastalığın yaygınlığı, iklimin güvenilmezliği ve sel baskınları gibi doğal felaketler başta olmak üzere doğadan kaynaklanan tehdit ve tehlike­ler mevcuttur.
2)  Yağmacı ordular, yerel beyler, haydutlar ve hırsızlardan kaynaklanan insan şiddeti tehdidinin bulunmasıdır.
3)  Dinsel kayradan yoksun kalma ya da kötü bir büyünün etkisine girme riski­nin varlığıdır. Bu riskleri azaltmanın yollarının başında akrabalık ilişkileri, yerelleşmiş ilişkilerin önemi, dini inançlar ve bir rutin olan gelenekler gel­mektedir. Dolayısıyla bu açıklamalar, modern ön­cesi dönemde toplumların nasıl bir risk içinde olduklarını gösterir.

Modern Dönemde Güven ve Risk
Giddens, modernite ya da gelenek-ötesi (post-traditional) toplumu, gelenek ve alışkanlığa ait kesinliklere ilişkin rasyonel bilginin yer aldığı bir düzen olarak tanımlamaktadır. Bu bağlam-da modern dönemde yerinden çıkarma/yerin­den edilme kavramı ile ifade ettiği soyut sistem-lere yönelik güven ilişkilerinin na­sıl olduğunu üç kategoride değerlendirir:
1)Toplumsal bağları istikrarlı kılma aracı olarak dostluk ya da cinsel (akraba­lık) yakınlıkla ilgili kişisel ilişkiler,
2) Belirsiz zaman aralıklarındaki ilişkileri istik­rarlı kılma yolu olarak soyut sistemler (açılımlı mekanizmalar),
3)  Geçmiş ile gele­ceği bağlantılandırma tarzı olarak karşı-olgusal, geleceğe yönelik düşünce. Bu du­rumu post-geleneksel dönem olarak değerlendiren Giddens, post-geleneksel dö­nemi modernliğin bir parçası olarak nitelemektedir. Bu özelliklerinden do­layı Giddens bu dönemi geç modern dönem olarak isimlendirir.
Modernliğin risk ortamını; modernliğin düşünümselliğinden kaynak­lanan tehdit ve tehlike-ler, savaşın endüstrileşmesinden kaynaklanan insan şiddeti tehdidi ve modernliğin düşünüm-selliğinin benliğe uygulanmasından kaynaklanan kişisel anlamlılık tehdidi olarak sıralar.
MODERNLİĞİN SÜREKSİZLİKLERİ
Modern toplumsal kurumların birçok bakımdan benzer­siz oldukları, diğer bir ifade ile gele-neksel toplum düzeni anlayışını yansıtmadığı­dır. Toplumlardaki gelişmelerinin kesintiye uğramışlık ile varlığını sürdürdüğünü ifade eder.
Modern yaşam tarzları, geleneksel toplumsal düzen çeşitlerinden benzeri görül­medik bir biçimde ayrışmakta ve modernliğin getirdiği dönüşümler gerek yaygın­lık gerekse yoğunluk bakımından önceki döneme özgü değişim biçimlerinden ol­dukça farklılık göstermektedir. Bu farklılık yaygınlık açısından bakıldığında, küre­sel düzeyde bir toplumsal ilişki ve etkileşim biçimlerinin kurulmasına, yoğunluk bakımından ise gündelik yaşamımızın en mahrem ve kişisel özelliklerini değiştir­me biçiminde etkili olmuştur.
Giddens’a göre toplumsal evrimciliğin yapısını bozmak demek, tarihin bir bütünmüş ya da belirli bazı birleştirici örgütlenme ve dönü­şüm ilkelerini yansıtıyormuş gibi görülemeyeceğini kabul etmek anlamına gelir.
Modern Öncesi ve Modern Dönemin Süreksizliklerinin Karşılaştırılması
Giddens & Pierson, modern toplumu endüstriyel uygarlıkla ilişkili ola­rak üç kategoride değerlendirmektedirler: i. İnsan ilişkileri tarafından dünya dü­şüncesinin dönüşümüne açık davranışlar seti, ii. Ekonomik kurumların karmaşık­lığı, endüstri üretimi ve pazar ekonomisi ve iii. Kitle demokrasisi ve ulus-devleti de içine alan politik kurumlar. Bu çerçeveden yakla-şıldığında, Giddens modern toplumsal kurumları geleneksel toplumsal düzenlerden ayıran süreksizlikleri ise üç kategoride değerlendirerek açıklamaktadır:
Değişim hızı: Geleneksel düzenlerin (toplumlar) kendi içlerinde devingen oldukları söylene-bilir. Fakat modernliğin koşulları içinde değişimin hızı had safhadadır. Bunun önemli bir yönünü teknoloji oluştursa bile, bu hız diğer toplumsal ilişkilerde de kendini gösterir,
Değişim alanı: Dünyanın farklı bölgeleri birbiri ile bağlantılı hale geldikçe toplumsal dönüşü-mün dalgaları yerkürenin tüm yüzeyini kapsamaktadır.
Modern kurumların doğası: Ekonomik üretim sisteminin piyasa koşulları ve metalaşması, ulus-devletlerin sisyasal sistemi gibi ekonomi-politik güç ilişkilerinin birlikteliği, daha önceki dönemlerde hiç görülmediği kadar iç içe geçmiştir.
Bu üç kategori aynı zamanda modernliğin karakterleridir. Giddens’a göre aslında kla­sik sosyologlar modern çağı sorunlu olarak tahlil etmişlerdir. Capitalism and Mo­dern Social Theory adlı kitabında, klasik sosyologların her birinin me­todolojik farklılığının bulunduğunu, tam kapsamlı bir “genel teori” yarattıkları id­diasında bulunmadıklarını ifade etmektedir. Weber’in ise daha kötümser bir tarzda modern çağın maddi ilerlemenin bireysel yaratıcılığı ve özerkliği yok eden bir bürokrasinin genişlemesine öncülük ettiğine inandığını savunur.
MODERNLİĞİN DİNAMİKLERİ
Modernlik, özünde gelenek ile bir karşıtlık içindedir. Bu karşıtlık modernliğin di­namiğini oluşturur.
Modernliğin dinamizmi, zaman ve uzamın ayrılmasından ve aynı zamanda top­lumsal yaşamı organize eden zaman ve uzamın dilimlenmesini sağlayacak şekilde yeniden birleştiril-mesinden, toplumsal sistemlerin yerinden edilmesinden, birey ve grupların eylemlerinden oluşan toplumsal ilişkilerin sürekli bilgi girdileri yolu ile düşünümsel olarak düzenlemesinden ve yeniden düzenlemesinden gücünü al­maktadır. Bozulma ve yeniden kurulma modernliğe dinamiklik kazan­dırmaktadır.
Modernliğin dina­mizmini yaratan dört farklı unsur vardır. Bunlar: zaman ve uzamın birbirinden ay­rılması, yerinden çıkarma/edilme ve açılımlı mekanizmalar, radikal düşünüm-sellik ve küreselleşmedir.
Modernlik, Zaman ve Uzam
Giddens önce modern öncesi kültürlere bakmak gerektiğinden söz eder. Modernlik öncesi kültürlerin zamanı hesaplama biçimleri vardır. Bu hesaplama takvim, yazının bulunuşu gibi toprağa yerleşik devletleri birbirinden farklılaştıran özellikler olarak değerlendirilmektedir. Ancak gündelik yaşamın temelini oluşturan zaman hesabı, sürekli zamanı uzama bağlamakta ve kesinlikten uzak olarak değişken bir durum göstermektedir. Her hangi bir kişi o günün tarihini ancak diğer toplumsal ve bölgesel işaretlere baka­rak söyleyebilirdi. “Ne zaman” sözcüğü, “nerede “ ile ya da düzenli doğal olaylar­la ilişkilendirilerek biliniyordu. Mekanik saatin icadı ve nüfusun giderek yayılması (başlangıcı 18. yüzyılın sonuna kadar uzanır) zamanın uzamdan ayrılmasına yol açmış ve zaman, günün dilimlenmesine örneğin, çalışma saatinin düzenlenmesine olanak sağlamıştır.
Zamanın uzamdan ayrılması diyalektik özelliklere sahiptir.
Zaman ve uzamın nasıl boşaltıldığını anlamak için, insanların zaman-uzamla nasıl bir ilişki içinde olduğu ele alınmalıdır. Modernliğin başlangıcına kadarki dö­nemde zaman ve uzam doğal ortamlarla ve çevrelerle çok yakından ilişkiliydi. Fa­kat modern toplumlarda zaman ve uzam, daha önceden sahip oldukları doğa ile ilgili bağlarından koparılarak soyut varlıklara dönüşmüşlerdir. Dahası uzam kavra­mının kendisi fiziksel olmaktan çok sembolik hale gelmiştir.
Yerinden Çıkarma/Edilme ve Açılımlı Mekanizmalar
Giddens’ın yapısal farklılaşmada sorunlu olarak gördüğü şey, yapısalcıların, modernliğin mer­kezi bir özelliği olan radikal zaman-uzam uzaklaşmasına mantıklı bir açıklama getirilme-mesidir. Kendisi kurumları açılımlı mekanizmalar açısından değerlendirirken buna mantıklı bir açıklama getirdiğini belirtir.
Açılımlı mekanizmalar, toplumsal ilişki ve etkileşimleri yerel bağlamlarından çekip çıkaran pratiklerdir.
Yaşamı yerel bağlamından çekip çıkaran iki temel mekanizma vardır: 1) sembolik göstergeler ve 2) uzmanlık sistemleri.
Sembolik Göstergeler
Sembolik göstergeler herhangi bir kişi ya da kurumla ilişkili olmaksızın dağıtı­lan/devreden değişim araçları açısından düşünülebilir. Birçok gösterge türü ol­makla birlikte para bu türler arasında mükemmel bir örnektir. Para, her malın ay­nı değer sistemine göre belirlendiği evren-sel bir değer sistemi yaratır. Gereklilik iti­bariyle bu değer sistemi soyuttur; yani, içsel hiçbir değeri yoktur. Doğası gereği para, zaman-uzam uzaklaşmasını arttırır ve paranın soyutlama seviyesi oldukça yüksek, yarattığı bu etki de büyük olur.
Uzmanlık Sistemleri
Giddens’ın bahsettiği bir diğer açılımlı mekanizma da uzmanlık sistemleridir. Yine geleneksel bir topluluk kurgulayalım. Eğer geleneksel bir toplumda yaşıyorsanız ve bir çocuk sahibi olacaksanız kime gidersiniz? Eğer aynı grup içindeyken evlilik problemleri yaşıyor-sanız kimden yardım alırsınız? Tüm bu soruların ya­nıtı ve yaşamın diğer tüm ayrıntıları sizin toplumsal ilişki ağınızda bulunur. Daha evliliğinizi danış­mak için büyükbabanıza, çocuk sahibi olmak için ebelik yapan komşunun karısı­na gidersiniz.
Günümüzde bu tür sorun ve ihtiyaçlar için başvurduğumuz adres, kişisel ola­rak hiçbir şekilde tanımadığımız, soyut bilginin hâkim olduğu akademik bir eğitim­den geçen uzmanlar-dır. Modern yaşam ile ilgili herhangi bir şeyi her yaptığımızda, soyut uzmanlık bilgi sistemle-rine bağımlıyızdır. Uzmanlık bilgi sistemleri, yaşamlarımızın merkezini yerel bağlamlardan soyut bilgi ve uzak ötekilere geliştirilen bağımlılığa taşıdıkları için açılımlıdırlar.
Modernliğin Düşünümselliği
Giddens düşünümselliği statik bir durum olarak değil, değişken bir durum olarak görür. Modernliğin, düşünümselliğin seviyesini dramatik bir biçimde yükselttiğini öne sürer.
İlerleme ve düşünümsellik, doğaları gereği birbirleriyle ilişkilidir. İlerleme, ulaşılmış bir amaç olmaktan ziyade motive edici bir değer, mo­dernliğin söylemsel bir özelliği haline gelir.
Modernliğin düşünümselliği, düşünce ve eylemin sürekli olarak birbirine yansıtılarak siste-min yeniden üretilmişliği üzeri­ne kuruludur. Düşü­nümsellik, bilgi ve yaşam hakkındaki temel anlayışımızın kısmen şekillendirilmesi anlamına gelir. Düşünümselliğini artıran bir başka faktör de özellikle kitle iletişim araçlarıdır. Bireyin kendisi dönüşümsel bir kapasiteye sahip olduğu için bu araçlardan öğrendiklerini kendi ya­şantısına ussal olarak uyarlamaya çalışır.
Modern bireye verilen sadece içsel olarak göndergesel olan benliğin düşünümsel tasarı-mıdır. Bunun bir parçası olarak birey, uzmanlık bilgi sistemleri ve aracı deneyimler kulla-narak stratejik ya­şam planlaması geliştirir. Benliğin düşünümsel tasarımı, (uzmanlar tarafın-dan su­nulan ve kitle iletişim araçlarıyla erişilebilir olan) olası yeni bilgilere dayalı daimi bir değerlendirme ve yeniden değerlendirme içerir.
Küreselleşme
Kaleme aldığı, Elimizden Kaçıp Giden Dünya başlıklı eserinde Giddens neo-liberal söylemle refah hakları düşüncesinden yola çıkarak demokratikleşme ile minimal devleti özdeşleştiren bir yol sunar. Giddens ve onun gibi düşünenler, düşünümselciler/şüpheciler olarak ad­landırılır.
Modernliğin yapısal olarak küreselleştirici özelliği bulunduğuna değinen Giddens bu süreçte bilhassa dört kurumun modernliğin dinamizmini ve zaman periyodunu biçimlendir-diğini öne sürer. Bunlar: kapitalizm, endüstrileşme, şiddet tekeli/zorlayıcı güç ve gözetimdir. Modernliğin dinamiği açı­sından kapitalizme dikkat çeker. Kapitalizm içsel olarak yayılma-cıdır. Kapitalizm kâra duyulan ihtiyaç tarafından yönlendirilir ve bunun sonucunda pazarların, tekno­lojilerin ve metalaştırmanm yayılımını yönlendirir.
Endüstrileşme, kapitalizm ile bağlantılı olmakla birlikte kendi dinamiklerine ve diğer kurumsal alanlarla kurduğu ilişkilere sahiptir. Endüstrileşme, şiddet teke­li/zorlayıcı güç ve gözetim birbirlerini besler ve genel anlamda endüstriyel-askeri kompleks olarak tanımlanan şeyi yaratırlar. Askeri bir kompleks, güçlü bir ordu ve askeri üretime odaklanmış bir ekonomi aracılığıyla yaratılır. Zorlayıcı güç, tekno­lojiyi kullanmaya başladığında endüstrileşmeye bağımlı olmakla kalmayıp daha fazla ve daha gelişkin güç ve gözetim teknolojilerinin üretimi için daimi bir itici güç oluşturur. Kapitalizmin farklı uluslar arasında ilişkileri mümkün kılması gibi as­keri bir kompleks de uluslararası ilişkileri meydana getirir.
Giddens, küreselleşmenin boyutlarını da, (1) kapitalist dünya ekonomisi, (2) ulus-devlet sistemi, (3) uluslar arası işbölümü ve (4) askeri dünya dü­zeni olarak dört kategoride değerlen-dirir.
1-  Bugün dünyanın ekonomik örgütlenişi ana güç merkezleri olan kapitalist dev­letler aracılığı ile gerçekleştirilmededir. Bu devletlerin kendi iç yasaları ve ulus­lararası ekonomi politikaları ekonomik faaliyetlerin birçok biçimde düzenlenmesi­ni gerektirir. Bu durum ticari şirketlerin küresel açılımları için geniş bir alan sağlar. Ticari kuruluşlar dolayısıyla ulusaşırı şirketler ekonomik güçlerine bağlı olarak hem kendi ülkelerindeki hem de diğer ülkelerdeki politikaları etkilerler.
2-  Ulus-devlet modernliğin dönüşümsel karakterine uzun süre katkıda bulunmuş ve ulus-devlet sahip olduğu sınırlar yolu ile egemenliğini sağla­mıştır. Fakat küreselleşme, doğası gereği merkezileşme yönündeki dönüşümselliği ile belli devletlerin toprak eğemenliği arasında bir gerginlik yaratır. Bu durumda bazı ülkelerin bireysel egemen-likleri azalırken aynı zamanda güçlerini diğer bir bi­çimde birleştirerek devlet sistemi içindeki etkinliklerini artırırlar. Örneğin, Birleş­miş Milletler, Avrupa Birliği, OECD ülkeleri.
3-  Uluslararası işbölümü endüstriyel gelişme ile ilgilidir. Modern endüstri yalnızca yapılan işi değil, aynı zamanda en­düstri türü, gerekli beceriler ve hammadde üretimi bakımından bölgesel uzmanlaş­maya dayalı bir iş bölümünü de gerekli kılmıştır. Küresel ekonomik bağımlılığın arttığı günümüzde kapitalist ülkelerin kendi ekonomilerini yönetmeleri eskisinden daha zor hale gelmiştir. Öyle görünüyor ki, küreselleşme sürecinde uluslararası işbölümü sermayenin maliyeti en düşük olan bölgelerde üretim yapma olanağını yaratmıştır. Ucuz emek gücü ve daha fazla kâr anlayışı küreselleş-menin 16. yüzyıldaki sömürgeleşme bi­çimini hatırlatmaktadır.
4-  Askeri dünya düzeni özellikle savaşın en­düstrileşmesi, silah ve askeri örgütlenme teknik ve araçlarının bir ülkeden diğeri­ne akışı ve devletlerin birbirleri ile kurdukları ittifakları kapsayan gücün küresel­leşmesi bağlamında değerlendirilmektedir. Ayrıca askeri gücün küreselleşmesi sa­vaşlarla da yakından ilgilidir.

Giddens’a göre küreselleşmenin dört boyutu olan “kapitalist dünya ekonomi­si”, “ulus-devlet sistemi”, “uluslararası işbölümü” ve “askeri dünya düzeni”, mo­dernliğin dört ana parametresi olan “kapitalizm”, “endüstriyalizm”, “gözetleme” ve “askeri güç”ün etkileşip genişleyerek dünya ölçeğine yayılmış biçimi olarak karşı­mıza çıkmaktadır.
Giddens küreselleşmeyi modern dönemde gerçekleşenlerin sonucu olarak değil, bizzat modernitenin kendisini tüm dünyaya yaymasıyla oluşmuş bir olgu olarak tanımlar.
Giddens’a göre, küresel­leşmenin ön koşulu zamanın mekândan bağımsız kılınmasıdır. Bu sayede toplumsal iliş­kiler mekâna bağımlı olmaktan kurtulmuş uzaktaki yerlerle etkileşim içine girilmiştir. Ona göre küreselleşme, modernitenin devamıdır.
Küreselleşme, politikve ekonomik etkilerin biraraya getirilişilerinden doğan bir dizi karma-şık süreçleri içermektedir. Bu durum hem yeni uluslar üstü sistemler ve güçler yaratmakta hem de gelişmekte olan ülkeler giderek daha fazla değişime maruz kalmaktadır.
Küreselleşme, hem içinde büyük sistemlerin yer aldığı hem de yaşamımızın ço­ğu mahrem kısmını ve özelini içine alan ilişkileri kapsar. Bu bakımdan yaşam tar­zımız aynı zamanda küresel sonuçlardır. Örneğin Kopenhangdan satın aldığımız kıyafetler İngilterede tasarlanmış, Tayvand ya da Polonyada üretilmiştir. Bu du­rum uluslararası işbölümü ve dünyanın eko-sistemi bakımından küreselleşmenin sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Küreselleşme Giddens’e göre, yalnızca muazzam bir ekonomik, politik, kültürel sistemler ve iletişim ağlarındaki gelişmeyi değil, aynı zamanda yerel ve kişisel anlamda etkili faaliyet-leri ve deneyimleri de içine alır.
GEÇ MODERNLİK VE POSTMODERLİK
Giddens, modernliği şu sözleri ile değerlendirmektedir. “Modernlik terimini kulla­nanların çoğu, ben dâhil, onu evrensellik iddiaları sorgulanabilir nitelikte olan, tarihsel olarak özgül bir sosyo-ekonomik ve kültürel oluşum olarak görüyorlar. Be­nim anlayışıma göre modernlik tarihin sonu değildir; ama modern olan şekilsiz, parçalı, çizgisel olmayan birpost-modernlik halinde çözülmüş de değildir. Dolayı­sıyla “post-modern” fikri yalnızca “modernliğin aklının başına gelmesini” ya da kendi sınırları ile yüzleşmek zorunda kalmasını değil, aynı zamanda bunu aşma­yı da içerir.”
Bugün ve gelecekte olacak gerilimin ekolojik kriz olduğunu id­dia eder. Ona göre, “ekolojik kriz “örselenmiş bir modernliğin” krizidir, ama sade­ce çevrecilikle özdeşleştirilmemelidir”.
Giddens’a göre düşünümsellik tartışmalarını post modernlikle ilişkilendirmek mümkündür. Henüz postmodern bir toplumsal evrende yaşamadığımızı beliren Giddens yine de yaşam tarzlarının ve toplumsal örgütlenme biçimlerinin farklılığına dikkati çeker. Gid­dens’a göre bir anlamda, Postmodernizm mimaride, edebiyatta, sanatta ve şiirdeki son dönem değişmelere göndermede bulunurken, postmodernite son dönemler­deki sosyal dünyanın kurumsal değişmelerine işaret eder. Postmodernlik, hiçbir şeyin tam bir kesinlikle bilinemeyeceğine, epistemolojinin önceki temellerinin güvenilir olmadığına, tarihte teleolojiye yer ol­madığına, dolayısıyla ilerlemenin hiçbir çeşidinin kabul edilemeyeceğine işaret et­mektedir. Bu ne­denle Giddens, postmodernite yerine “geç modernite” kavramını kullanmayı tercih eder.
Habermas göre ras­yonel kontrol modernliğin merkezindedir ve gerçekleştirilmesi mümkün-dür. Fakat Giddens için modernlik tanımı gereği kontrol dışıdır. Modernliğin amacı gelişme­dir fakat yarattığı etki, denetimsiz bir değişim makinesine dönüşen mekanizmala­rın ve süreçlerin ortaya çıkmasıdır.
Geç modernlik, Giddens’ın 1990’ların başından itibaren en büyük ilgi alanını oluşturmuş-tur. Giddens modernlik ile öncelikle post-feodal Avrupa’da kurulmuş olan fakat etkileri bakımından yirminci yüzyılda giderek dünya tarihine yerleşen kurumlara ve davranış biçimlerine atıfta bulunmaktadır.
“Modernlik”, endüstrileşme, onun sadece kurumsal boyutu olarak ele alınmadığı sürece, kabaca “endüstrileşmiş dünya”nın eşdeğeri olarak düşünülebilir.
Giddens kapitalizm ve endüstrileşme arasında bir ayrım yapar. Kapitalizm, küresel çapta etkinlik gösteren işgücü piyasalarında oldukça yüksek bir rekabete dayalı bir üretimi ifade ederken; endüstrileşme, doğayı kontrol etme ve dönüştürme maksadıyla makine teknolojisinin kullanımına atıfta bulunur. Bu geç modern dün­yanın endüstri dışında en fark edilir özelliği ulus-devlettir.
Giddens ’m modernlik teorisinin altbölümleri arasında uzaklaşma/aralama (distanciation), güç/iktidar (power), güven ve risk bulunmaktadır. Uzaklaşma, ilişkile­rin artık belirli mekân-lara bağlı olmadığı gerçeğini ifade eder. Bu durum Mors al­fabesi ve uçağın icadından bu yana geçerli olmakla birlikle bilgisayar sayesinde yirmi birinci yüzyılın başlangıcından itibaren daha da belirgin hale gelmiştir.
GEÇ MODERNLİKTE RİSKLER
Hızla değişen modern toplumda, bireyler plan kurarak riski azaltmaya çabalarlar. Bu duruma güzel bir örnek sağlık ya da yaşam sigortasıdır. Giddens bunu “geleceğin kolonileş-mesi” olarak tanımlar. Giddens, geç modern topluma özgü dört tip riskten bahseder:(1) Devlet eliyle ya da başka yollarla yapılan ve hiç kimsenin kaçması­nın mümkün olmadığı gözetim, (2) Türlerin yaşamını sürdürememe riskiyle birlik­te artan askeri güç, (3) Kapitalizmin istikrarsız nitelikleri sebebiyle, ekonomik bü­yümenin çökme ihtimali ve (4) Kapitalizmi sınırlayan ekolojik ve çevresel kısıtla­malar.
YAPILAŞMA KURAMI VE YAPININ İKİLİĞİ
En basit haliyle yapılaşma kuramında Giddens, sembolik etkileşimcilik, fenomenoloji ve dramaturjinin öngörüleriyle klasik sosyolojinin yapı kavramını bir araya ge­tirir.
Giddens’a göre özne-nesne ya da fail-yapı ayrımı yanlış bir dikotomidir ve in­san eyleminin karmaşıklığına makul bir açıklama getirmek için yaratılmıştır. Gid­dens’a göre insani toplum-sal aktiviteler geri dönüşlüdür (recursive) ve yaratılan bu dikotomi tavuk-yumurta problemine benzemektedir. Hem nesne hem de özne ya da hem yapı hem de fail, sadece farklı safhalarda olmakla birlikte birdir.
Yapılaşma kuramının birincil yargısı, toplumsal yapıların ve failliğin tekrar tekrar ve düşü-nümsel olarak yeniden üretildikleridir: aynı davranışlar yoluyla aynı anda sürekli olarak yaratılırlar.
Giddens bir ikilik/düalite, yani aynı şeyin analitik olarak bir­birlerinden ayırt edilemez iki parçası gibi görür. Yapının ikiliği, yapının dönü­şümlü olarak düzenlediği toplumsal eylem ya da davranışın hem aracı hem de so­nucu olduğu anlamına gelir. Yapı ve fail ikili bir doğaya sahiptir ve doğaları gereği karşılıklı ilişki içindedir. toplumsal pratiğin yasalaştırılması­nın üç bileşeni bulunur. Bunlar;
1-Anlamlı iletişim üretimi (anlamın iletişimi)
2-Güç (gücün kullanımı) ve
3-Ahlaktır (davranışın değerlendirici bir yargılamasıdır)
Sosyal pratikler dil aracılığı ile düzenlenir. Katılımcıların bir dizi kurala uyma­ları ile yaşam bulur.
İki tür kural vardır: normatif kurallar ve anlamlama kodları/anlamlandırıcı kurallar. Her iki durumda da bu kurallar, toplumsal pratiklerle sarmalan­mış vaziyettedir ve soyut ya da bağımsız olarak var olmazlar. Normatif kurallar davranışı yöneten kurallardır fakat anlam-lama kodları biraz daha farklıdır.
Anlamlama kodları/anlamlandırıcı kurallar, anlamın üretilmesini sağlayan ku­rallardır. Bu kodların yarattığı neticeye ilişkin bir örnek, politika akıl hocalarının kullandığı retoriktir.
İki tür kaynak vardır: yetkesel/düzenleyici ve dağıtıcı/maddi. Yetkesel/düzenleyici kaynak­lar, yönetim teknikleri ya da teknolojileri, kurumsal pozisyon ve uzmanlık bilgisi gibi konu-lardan oluşur. Dağıtıcı/maddi kaynaklar ise maddi ürünlerin ya da maddi dünyanın denetimin-den oluşur.
Yapılaşma Usulleri/ Şekilleri
Yapılaşma sisteminde üç öğe bulunmaktadır: toplumsal pratikler, usuller ve yapılar. Yapı­laşma usulleri, yapı ve eylemin (failliğin) ifade edilme yollarıdır. Yapılaşmayı müziğin kendisi olarak düşünecek olursak, usuller analog ya da dijital tarzda olsun yeniden üretil­me biçimidir ve toplumsal pratik de bu müziği üreten müzisyendir.
Tüm toplumsal pratiklerin, usullerin ve yapıların birbirleriyle bağlantılıdır. Giddens’ın kurumsallaşma ya da bir arada bulunma halini zaman ve uzamın ötesine taşıma ile kastettiği toplumsal yaşamın bu yönlerinin geri dönüş­lü, iç içe geçmiş doğasıdır. Bu süreç, yokuş aşağıya yuvarlanan bir top gibi işler. Etkileşim­leri zaman ve uzamın ötesine taşıyan da tekrar tekrar meydana gelen pratikler ve yapıla­rın bu sürekliliğidir.
Giddens kurumların gerçek nes­neler olarak varolmadıklarını ifade etmeye çalışır. Farklı kurumsal düzenler, aynı anlamlama, tahakküm/güç ve meşrulaştırma yapılarından (kural ve kaynakların­dan) meydana gelirler. Sembolik kurumsal düzenler açısından bakılacak olursa (örneğin siyasi ideoloji), bu düzenleri oluşturan unsurlar; sırasıyla anlamlama (A), tahakküm (T) ve meşrulaştırmadır (M). Örneğin demokrasi gibi bir ideoloji, anlam­lama ve anlam ile birlikte anlamlarla sembolleri destekleyen tahakküm ve meşru­laştırma edimine dayalıdır. (A-T-M). Yasal kurumsal düzenler açısından ise sembo­lik etkileşimde mevcut bulunan oluşum sırasının tam tersi bir sıra (yani meşrulaş­tırma, tahakküm ve anlamlama: M-T-A) etkilidir. Siyasi kurumlar ve ekonomik ku­rumlar ise tahakküm, anlamlama ve meşrulaştırma (T-A-M) sırasına göre oluşurlar. Dolayısıyla kurumlaşma farklı yapılarda farklı biçimde işler ve kurumu kurum yapan bu işleyiş özelliğidir.
Düşünümsel (Refleksive) Aktörler
Giddens’a göre etkileşimler dâhilinde bulunan üç önemli şey vardır: I.eylemin düşünümsel gözetimi, II. eylemin rasyonelleştirilmesi ve III. eylem moti­vasyonu. Giddens’a göre bu üç görev tabakalaşmıştır ya da farklı “farkındalık se­viyelerine” sahiptir.
I.  En farkında olarak yapılan davranış, düşünümsel bir gözetimdir. İnsan­lar birbirleriyle etkileşim kurabilmek için birbirlerinin davranışlarını takip etmeli, konuşmanın seyrini gözetim altında tutmalı, kendi davranışlarının izlerini sürmeli­dirler.
II. Eylemin rasyonelleştirilmesi hususunda Giddens, söylemsel bilinç ve pratik bilinç arasında bir ayrım yapar. Söylemsel kelimesi söylem ya da ko­nuşma ile ilişkilidir. Fakat daha derin bir anlama da sahiptir, analitik uslamlama ta­rafından ortaya çıkarılan bir söylemdir. Söylemsel bilinç, eylemlerimize sözlü ve mantıklı bir açıklama yapabilme yeteneğidir. Toplumsal pratikler ve durumlar hak­kında bildiğimiz ve ifade edebildikleri-mizdir.
Pratik bilinç ise toplumsal olarak nasıl varolacağımız ve davranacağımız konu­sunda sahip olduğumuz bilgiye atıfta bulunur. Fakat insanlar bu bilgiyi sözlü ola­rak ifade edemezler.
III.      Bilinçdışı güdülenim ya da motivasyon ise alışkanlıklarımız ve rutin­liklerimizdir. Pratik bilinç rutinin üretimi ile ilgilidir ve bir araba ya da bisiklet sürmeye benzer: Bu eylemin gerçekleşmesi büyük ölçüde alışkanlığımız ya da pra­tik bilinç dışındadır. Aktörler eylemde bulunmak için motivasyona sahiptir. Aynı şekilde gündelik yaşamda toplumsal pratikler olarak yaptıkları­mız bir rutindir. Eylemlerimizi, kısmen zaman ve uzamın, rutin-leşmiş toplumsal pratiklerle bağlantılı olarak bölge içine alındığı bölgeselleştirme yoluyla rutinleştiririz. Rutinleştirme “yapılaşma teorisinde temel bir kavramdır” ve günlük yaşam aktivitelerinin mutat ve olması gerektiği gibi karşılanmasını sağlayan süreçlere atıfta bulunur. Rutinleştirme dolayısıyla yüz yüze etkileşimlerin zaman ve uzamın ötesine geçtiği birincil yoldur ya da bir başka şekilde ifade edilirse, rutinleştirme yapılaşma usullerinin
     kurumsallaştırıldığı temel yollardan biridir. Bölgeselleştirme biçim, özellik,    süreklilik-(duration) ve süreye (span) göre üç çeşitlilik özelliği gösterir.
i.   Bölgenin biçimi, onu diğer bölgelerden ayırmak için kullanılan bariyer ya da sınır çeşitleri bağlamında ele alınır. Biçim, bir arada bulunma halinin az ya da çok olası durumlarını mümkün kılar.
ii.  Bölgenin özelliği, bir bölge içerisinde tipik olarak var olabilecek toplumsal pratik türüne gönderme yapar. Örneğin, insanlar yüzyıllardır evler içerisinde ya­şarlar fakat evin özelliği zamanla değişime uğramıştır.
iii. Bölgenin sürekliği ve süresi, coğrafi mekânın büyüklüğüne ve zamanın uzunluğuna atıfta bulunur. Belirli bölgeler, genellikle toplumsal pratikler için sade­ce günün belirli süreleri boyunca ya da belirli zaman uzunluklarıyla uygundur; ya­tak odası örneğin, uyku zamanıyla özdeşleştirilir. Dolayısıyla bir stadyum bir hava alanı ile karşılaştırıldığında bir arada bulunabilme ve toplumsal pratikler için öz­gün fırsatlar sunar.
ELEŞTİRİLER
Stjepan Mestrovic, Giddens’ın teorisi üzerine yazdığı kitabında oldukça eleştireldir ve Giddens’ın ka­dınlar ve modern dünya hakkındaki görüşleri üzerine getirdiği eleştirilerin bir kıs­mı fazla abartılıdır. Bununla birlikte Giddens hakkında yapılan eleştirilerden ikisi dikkat çekicidir. Birincisi Giddens’ın insan failliğine yaptığı vurgu ve ikincisi de modern dünya hakkındaki optimist bakış açısıdır.
Mestrovic’e göre Giddens, faillerin toplumsal yapıyı nasıl algıladıklarını ve fai­lin eylem-lerinin belirli sonuçlar doğuracağına dair duyduğu inancın köklerini açık­lamada başarısızdır.
Giddens’ın diyalog, düşünümsellik, demokrasi ve küreselleşme üzerine yaptığı afili teorileştirmeye rağmen dünyadaki insan hakları ihlallerini çözmenin nasıl mümkün olacağına yönelik getirdiği açıklamanın yetersiz kaldığına dikkat çekil­mektedir.
Giddens’ın ideolojisi liberal ve sosyal-demokratiktir. Giddens, kapitalizmi bir sömürü düzeni ola­rak gören ve yok edilmesi gerektiğini düşünen Marksist ya da başka türden her­hangi bir toplumsal düşünceye karşı çıkar. Ve modern dünyayı, gerek olumsuz özellikleri gerekse olumlu olasılıklarla birlikte özgürlük ve yapının bir birleşimi olarak görür.
Giddens’ın liberalizmini Kivisto’ya, “makul ütopyacı realizm” olarak tanımlar.











4. ÜNİTE
Kendisiyle Yüzleşen Toplum: Risk Toplumu
RİSK KAVRAMI
Risk fikri ilk kez dünyanın dört bir yanına yolculuklar yapan Batılı kâşifler tarafın­dan kulla-nılmıştır. İngilizcede bilinmeyen sulara yelken açmak anlamında kullanı­lan bu sözcük İspan-yolcaya Portekizceden girmiştir. Köken açısından başlangıçta “mekân”a yönelik olan bu sözcüğün anlamı, daha sonra bankacılık ve yatırım alan­larına girmesiyle beraber “zaman” düzlemine taşınmıştır.
Anthony Giddens 1938’de doğan İngiliz sosyolog Anthony Giddens, eserleriyle sosyolojiye önemli katkılarda bulunmuştur. 34 kitabı 29 dile çevrilmiş olan Giddens’m 2007’de beşeri bilimler içinde en çok başvurulan yazarlar arasında beşinci sırada yer aldığı ifade edilmiştir.
Risk, geleceğini kendisi belirlemek isteyen bir toplumu harekete geçirici bir dinamiktir. Geleneksel toplumda risk esas olarak doğa güçlerinin mü­dahalesi ile tanımlanırken, modern toplumlarda riskleri azaltma amacına dönük olarak teknoloji yardımıyla insanların doğaya müdahalesi, hükümet politikaları ve ekonomik faaliyetler aracılığıyla topluma müdahalesi önceden öngörülmeyen ve denetimi zor olan tehlikelere yol açabilmektedir. Risk kavramı, temelde kontrol etme özellik­le de geleceği kontrol etme fikriyle birlikte biçimlenmiştir.
İki tür risk arasında ayrım yapılmalıdır: (ı) dışsal ve (ıı) imal edilmiş risk. Dış­sal risk, bireyleri beklenmedik bir anda (dışarıdan) vuran olayların yarattığı risk­tir. Yine de bu olaylar, bütün nüfus içinde az çok öngörülebilir olmalarına ve si­gorta edilebilmelerine yetecek kadar düzenli ve sık meydana gelirler. Dışsal risk son derece etkili bir şekilde hesaplanabilir; zaman ve risk çizelgelerine bakılarak insanların nasıl sigortalanacağına karar verilebilir.
İmal edilmiş risk, bizzat in­sanlığın gelişim sürecindeki değişimler, özelikle de bilim ve teknolojideki ilerleme­ler tarafından yaratılır. İmal edilmiş risk, karşılarında tarihin bize çok az deneyim sunduğu yeni risk ortamlarına karşılık gelir, bu risklerin hesaplanması bir yana, ne­ler olduğu bile çoğu zaman bilinememektedir. İmal edilmiş risk, kişisel ve toplum­sal hayata doğrudan girmektedir ve daha kolektif bir risk çerçevesi tarafından sınırlandırılmamıştır.
Alman sosyolog Ulrich Beck, risk kavramını günümüzde yaşanan toplumsal de­ğişim ile ilgili analizin merkezine yerleşmiştir. Beck, gelişmiş ülke insanlarının bakışı ile kıtlık sonrası bir toplumda yaşadığımızı ifade etmektedir. Batılı refah toplumlarmda günümüzde ikili bir süreç yaşanmaktadır. Öncelikle, yüzyılın başındaki kıtlık günlerinin en önemli problemi olan günlük ekmeğin ka­zanılması için verilen savaş giderek önemini kaybetmektedir. Bugün, pek çok in­san için açlık probleminin yerini aşırı kilo problemi almıştır. Bunun yanında, do­ğal zenginliklerin dünyanın kökünü kurutacak şekilde, bilinçsizce tüketilmekte ol­duğu konusunda da yaygın bir görüş birliği bulunmaktadır.
Bugünün riskleri, yelkenli gemilerle engin denizlere açılanların karşı karşıya oldukları risk-lere benzememektedir. (ı) İlk olarak günü­müzde riskin kaynağı sanayileşmedir. (ıı) İkinci bir özellik sınaî üretim sırasında çevreye yayılan radyoaktif sızıntılar ve toksinler, duyularla anlaşılmaktadır. Artık günümüzde risk, kıtlıktan değil, aşırı üretimden kaynaklanmaktadır.
Günümüz koşullarında risk kavramı genel olarak modernizasyon sürecinin yol açtığı tehditlerle sistematik olarak karşı karşıya kalma olarak tanımlanmaktadır.
RİSK TOPLUMU KAVRAMI VE KURAMI
Risk toplumu” kavramı ilk olarak Alman sosyolog Ulrich Beck tarafından 1986’da Alman-ca yayınlanan ve daha sonra 1992’de İngilizceye “Risk Society: Towards a New Modernity” ismiyle çevrilen eserinde kullanılmıştır.
Risk toplumu tezinin iki temel yaklaşımı­nı ileri süren Ulrich Beck ve Anthony Giddens modernleşme süreci sonunda ortaya çıkan risk kavramını günümüzde mer­kezi bir ilgi alanı olarak görmektedirler. Beck ve Giddens, geç modernite döneminde belirsizlik ve güvensizliğe karşı gös­terilen başlıca tepki olarak düşünümsellik kavramını ön plana çıkararak, riskin da­ha çok politik yönü üzerinde durmuşlardır. Giddens ve Beck, zayıf bir top­lumsal yapılaşmacı yaklaşım çerçevesinde risk konusunu ele alırlarken, dikkatleri­ni riskin nasıl üretildiği, makro düzeyde toplumda riskin üstesinden nasıl gelindi­ği, riskin toplumsal ve politik alanda yaptığı etkiler üzerine yöneltmektedirler.
Beck’e göre risk toplumu; “insanların bilgi ve teknolojileri yanlış ya da kötü amaçlı kullan-malarıyla bütün dünyayı tehlikeye sokmaları sonucunda ortaya çıkan yapıyı” ifade etmektedir.
Beck’e göre, “çevresel kazalar, toplumdaki geleneksel gelir ve refah eşitsizliği­ni kırmıştır. Bu alanlarda çağdaş dünya, herkese eşit biçimde zarar veren nükleer ve kimyasal kirlenme ile karşı karşıyadır. Beck, bilgi toplumunu bekleyen küresel risklerden bah­sederken, yeni bir toplumsal yapıya da işaret etmektedir. Beck için küreselleşmenin itici gücü modernizasyon-dur. Küresel riskler ise, küresel sanayileşmenin sonunda ortaya çık­maktadır. Riskin kendisi de küreselleşmektedir. Risk yaratan faaliyetlerin kontrolü, ulus devletlerin gücünü aşmaktadır. Riskli faaliyetleri engelleyebilmenin tek yolu, uluslar üstü yaptırım gücü yüksek örgütler oluşturmaktır. Ülkelerin bir araya gelip çeşitli risk içeren faaliyetlere çözüm bulmak için yaptıkları stratejik si­lahsızlanma tartışmaları, dünya zirveleri, atıkların azaltılması, CFC’lerin (Kloroflorokarbon) kullanımının yasaklanması ve nükleer silahlarla ilgili anlaşmalar bu tür çabalara birer örnektir.
Beck, çalışmasında “Dünya Risk Toplumu” dediği yapıda “nükleer tehlike, iklim değişimi, Asya ekonomilerinin çö­küşü ve yiyeceklerin anatomik yapısının değiştirilmesi gibi sigorta edilemez riskle­rin ortaya çıktığını” ifade etmektedir.
Beck, risk içeren faaliyetlerin zararlı etkilerinin tıpkı bir bumerang gibi geldiği yere geri döndüğünü anlatmaktadır (Bumerang, özellikle Avustralya yerlileri, eski Mısırlılar ve Avrupalılar ve Hindistan’ın bazı yörelerindeki kabileler tarafından si­lah olarak kullanılan yassı bir kesite sahip eğri bir sopadır. Bazıları düz olarak fır­latıldığı yönde ilerler, bazıları ise havada bir dairevi yörünge çizerek tekrar geri ge­lirler).
Beck, belirli bir bölgede ekolojik tehdit içeren bir değişiklik nedeni ile, mülk fiyat­larının düşmesini ekolojik istimlak olarak tanımlamaktadır.
Gelişmemiş ülkelerde riskli faaliyetlerle ilgili yasal önlemler ya yoktur ya da yeterli değildir. Bu ülkelerin in­sanları, zararlar konusunda yeterince bilgilendirilmemiş olmakta ya da zararlı faali­yetlerin engellenmesi için kamuoyu oluşturmak güç olabilmektedir. Riskli faaliyetlerin zararları bulaşıcıdır; toksinler, tarımsal ürün sa­tan ülkelerden ithal edilen gıda maddeleri ile geri gelmektedir. Sülfür emisyonu, yağmuru aside dönüştürmektedir.
Düşünümsel Modernleşme
Bu kavramı Beck ve Giddens geç modernite döneminde belirsizlik ve güvensizliğe karşı gösterilen temel bir tepki olarak ele alırlar. Bir baş­ka ifadeyle, her iki kuramcı modernitenin günümüzde küresel bir risk toplumuna dönüşümünü düşünümsel modernleşme kavramıyla tanımlamaya çalışırlar.
Nalçaoğlu Beck’in çalışmalarına dayanarak düşünümselliği “bireylerin içinde yaşadıkları toplumda, yapılarla girdikleri ilişkide tek yönlü bir belirlenme ve boyun eğme pratiğinden çıkıp, yapı-eylem diyalektiğinin karşılıklı kurulma mantığının ayırdına varmaları ve araçsal rasyonalitenin hâkimiyetinde dayatılan toplumsal, bilimsel ve teknolojik yapıları sorgulamaları” şeklinde tanımlamaktadır.
“Düşünümsel modernleşme’’ kavramı, sanayi toplu­mu sistemi içinde kurumsal ölçütlerle işlenememiş, risk toplumuna özgü sonuçlar­la karşı karşıya gelme anlamı taşımaktadır. Bu durumun, ikinci bir aşamada kamusal, siyasal ve bilimsel düşünümün bir nesnesi haline gelmesi, bir toplum yapısından diğerine geçişin düşünümsüz, refleks benzeri “mekanizma­sı’’nın gözden kaçırılmasına neden olmamalıdır.
Beck’in çalışmalarında modernleşme (ı) basit ve (ıı) düşünümsel olmak üzere iki aşamalı bir süreç olarak belirir. Basit modernleşme eski tip, tek çizgi üzerinde ilerleyen bir modernleş-me iken, düşünümsel modernleşme modern düzenin çelişkilerini ve sınırlarını kabul etmeyi ima eder. Düşünümsel modernleşme, daha ge­nel anlamda risk için söz konusu olduğu üzere, tümden olumsuz bir beklenti de­ğildir, hatta olumlu politik katılımlar için birçok fırsat sunmaktadır.
RİSK TOPLUMUNUN ÖZELLİKLERİ
Risk toplumunu sanayi toplumundan analitik açıdan ayıran çizgi, alınan kararların sonucun-da ortaya çıkan tehlikeler karşısında güvenlik normları sistemlerinin işle­mez olduğu noktadır ve risk toplumu bu aşamada karşımıza çıkmaktadır. Bu ta­nımdan yola çıkarak, risk toplumu-nun sahip olduğu özellikler şöyle sıralanabilir:
1-  Güvensizlik veya tehditlerin aslında modern bir sorun değil, bütün kültür­lerde ve dönem-lerde görülen eski bir sorunu oluşturduğu ima edilmektedir. Modern dönemdeki tehditlerin özelliği; ekolojik, kimyasal ya da genetik mühendisliğiyle ilgili tehlikelerin bir takım kararlar sonucu meydana gelme­si olgusudur.
2-  Risk toplumunun sahip olduğu diğer özelliklerden biri ise yerleşik norm sis­temlerinin başarısızlık göstermeleridir. Bu bağlamda, daha önceleri tekniğin egemen olduğu tartışma-larda baskın olan ögeler, yani belirli büyük tekno­lojik sistemlerde ya da gündelik pratikler-de kendini gösteren, kaza istatistik­leri ya da senaryolarıyla belgelenebilir sözde “nesnel” tehdit biçimleri (örne­ğin sigara içmek veya bir nükleer santralin yakınında ikamet etmek gibi) tar­tışma dışı kalır.
3-  Risk toplumunda tehditlerin denetlenebilirliği sorunu da üzerinde durulma­sı gereken bir başka konudur. Burada, insan sağlığı ve çevrenin geleceğini ön planda tutan ekonomi-politik uygulamala­ra ihtiyaç vardır.
4-  Sanayi döneminden risk dönemine geçiş modernliğin arzu edilmeyen veya öngörülemeyen bir sonucudur. Risk toplumu kendi etkilerine ve tehditleri­ne kör ve sağır olan modernleşme sürecinin bir sonucudur. Risklerin ve tehditlerin tahmin edilemezliği sosyal bütünleşmeye zarar ver­mektedir. Sınıf toplumunun temel dürtüsü “açlık” iken, risk toplumunun temel dürtüsü “korku”dur.
5-  İnsanlar giderek artan biçimde farklı toplumsal kimlikler, yaşam biçimleri, kanaatler ve gruplar ya da alt kültürler düzeni içinde seçim yapma riskini al­mak durumundadır. Toplumsal sınıflara bağlılık gün geçtikçe zayıflamakta, insanlar aile ya da komşuluğun sağladığı geleneksel destek ağlarından kop­makta ve çalışma bir çatışma ve kimlik oluşumu olarak önemini yitirmekte­dir. Bu geleneksizleşme de bireyselleşmeyi artırmaktadır. Birey-selleşmiş bir toplumda eşitsizlik ve bunun getirdiği sosyal ve siyasi sorunlar ortaya çıkmış-tır.
6-  Tehlikelerle ilgili kültürel algılama (değerlendirme) farklılıklarının göz ardı edilmesi. Yaşamlarını tehdit eden ve kişisel olarak etki edemeyecekleri teh­likelerle yüzleşmek insanların ellerinde değildir. Algılama farklılığı bağla­mında, birileri, gıdalardaki zehirli maddeleri kendisi için bir tehdit olarak görürken; diğerleri gıdalardaki zehirli maddeleri gündeme getirenleri kendi­ne bir tehdit olarak görmektedir.
7-  Risk toplumunun başka bir göstergesi, kişisel sigorta korumasının bulunma­ması, hatta sınai ve teknik-bilimsel projelerin sigortalanamaz oluşlarıdır. Risk toplumu “güvensizleştiril-miş” bir toplumdur. Risk ve tehlike arasındaki ayrım, toplumsal düzeni böler. Kimileri için risk olan şey, başkaları için tehlikedir.
8-  Her kültürün kendine özgü riskleri vardır. Almanlar için ormanların ölümü, dünyanın da sonu demektir. Britanyalılar, sabah kahvaltısında zehirli yu­murtalarla karşılaştıklarında şok olurlar.
9-  Risklere bağlı olarak, ufkumuz da kararır. Çünkü riskler, neyin yapılmama­sı gerektiğini ifade eder. Dünyayı bir risk olarak tasarlayan kimse, sonunda eylem yeteneğini yitirir. Bu durum, paranoyak bir ruh halini oluşturmaktadır.
10- Bilişim ça­ğında ve risk toplumunda, teknolojiye ulaşmada ülkeler arasında adaletsiz­lik bulunmaktadır. Bu gerçekten hareketle ABD, Britanya, Almanya, Fransa, İtalya, Kanada, Japonya ve Rusya’nın oluşturduğu G-8 grubu “Enformasyon Teknolojisi Şartı” bağlamın-da, Üçüncü Dünya Ülkelerinin de bilişim tekno­lojisine kavuşmalarının önemini benimsemiştir.
11- Sanayi toplumlarının karşılaştığı temel problemler de nitelik değiştirecektir. Genel olarak sanayi toplumlarının karşılaştıkları üç büyük problem, (ı) ikti­sadi durgunluğun yol açtığı işsizlik; (ıı) uluslararası sorunların yol açtığı sa­vaşlar ve (ııı) her türden diktatörlükler olarak sayılır. Bilişim toplumlarını bekleyen tehlikeler ise, (ı) çok hızlı seyreden toplumsal dönüşümlere ayak uyduramamaktan kaynaklanan gelecek korkusu; (ıı) bireysel ve örgütlü te­rörün yaygınlaşması; (ııı) özel hayatın mahremiyetine tecavüzlerin artması ve (vı) özel-likle bireylerin mahremiyetine devletin sınırsız müdahalesine imkân veren teknolojilerin yaygınlaşması gibi tehlikelerdir.
12- Bilişim çağında ve risk toplumunda ortay çıkan bir başka problem, internet ile sunulan bilişim bombardımanının beraberinde “bilgi kirlenmesini” getir­mesidir. Denetimsiz sunulan bilgilerin, bilimsel olup-olmaması, doğru olup olmaması bağlamında sorun bulunmaktadır.

RİSK TOPLUMUNDA BİREYLERİN PSİKOLOJİSİ
Risk toplumundaki bu belirsizlik olgusu, bireyler­de bir güvensizlik duygusunun oluşmasına neden olmaktadır. Söz konusu güven­sizlik duygusu başlangıçta dış dünyanın karmaşasına, belirsizliğine yöneliktir.
Kendi özel yaşantısını yücelten birey, zamanla dış dünya ile bağ kurmaktan korkar hale gelmiştir, çünkü dışarıda hep tehlike vardır ve orada incinecektir. Bu ‘içe kapanma ve dışarıda sürekli bir tehlikenin olduğu duygusu’ bazı bireylerin ruh sağlığına ciddi hasarlar verebilmek-te ve bu kişilerin günlük yaşamını olumsuz et­kileyebilmektedir.
Kopukluk, kapatılmış­lık, temassızlık, kendini ayrı ya da yabancı hissetme, her şeyin bulanık olması ya da gerçek dışı gelmesi, kendini insanlarla bir hissetmeme ya da yaşamın anlamını yitirmesi, ilgi azalması, her şeyin boş ve anlamsız görünmesi gibi şikâyetlerin hep­si çeşitli yönlerden bu ruhsal durumu betimler. Hastalar bunu ‘depresyon’ olarak adlandırırlar. Yukarıda sözü edilen durumlar ise da­ha çok ‘şizoid durumlar’dır.
“Histeri 19. yüzyılda ruh doktorlarının karşılaştıkları en yaygın sorundu. Bu sinirsel düzen-sizliklerin varlık nedeni tutucu bir dönem olan Viktoryen dönemde cinsel iffetin de ötesinde bir şeydi; bu dönemin kültürel ortamında ailenin kültürel görüntülerinin korunması yönünde büyük bir baskı vardı; öyle ki kaos içindeki toplumda ailenin kendisi başlı başına bir düzen ilkesiydi.
20.  yüzyıla gelindiği zaman ise histerik durumlara ilişkin veriler zayıflamıştır. Bu yüzyılda ise bireyler genel olarak, belirsiz bir ruh hali içindedirler. Kişi bir sıkıntı içindedir, fakat bu tanımlanamayan ve somut bir niteliğe sahip ol­mayan bir sıkıntıdır. “Sıkıntı, kelimenin tam anlamıyla biçimsizlik halidir.
21.  yüzyılın bireyinde ise, sürekli olarak çeşitli risklerle yaşa­yan birey ne yapacağını, nasıl davranacağını, ne yemesi gerektiğini bilemez. Özel­likle iletişim araçlarının yönlendirdiği yaşamın her alanında, sürekli bir tehdidin var olduğu ve kişilerin tehlike altında olduğu şeklinde haberler, ilanlar bireyleri daha fazla korkutmaktadır.
Kendisine güvenmeyen, çaresiz birey olgusu sürekli olarak medyada çeşitli ha­berler içinde vurgulanmaktadır, birey hemen her gün kendi ‘çaresizliği’ ile yüzleş­mektedir. “Modern toplumda benlik hakkında yazan neredeyse bütün yazarların birleştiği bir tema varsa, o da bireyin farklı ve geniş toplumsal evrenle bağlantılı olarak güçsüzlük hissini yaşamasıdır”
Çaresizlik ve güvensizlik duygusu bireyin yaşamının her ala­nında kendini gösterir, bu da bireyin toplumsal rol ve görevlerini yerine getirme­sine engel olabilmektedir. Danışmanlık hizmetleri, yardım hatları ve profesyonellerin gündelik yaşamı­mıza müdahale ettiği diğer biçimler çaresizlik sorununun ne kadar yoğun olduğu­nun bir ifadesidir. Sonuç olarak, kişilerin psikolojik durumlarının bir sonucu olarak ortaya çıkan fiziksel rahatsızlıklar veya akıl sağlığı ciddi biçimde bozulmuş bireylerin sa­yısı toplumda gittikçe artmaktadır.


03.04.2012
KAYNAK: Anadolu Üniversitesi Felsefe Lisans Bölümü Sosyolojide Yakın Dönem
Gelişmeler Ders Kitabı
HAZIRLAYAN: Hakan Hüseyin Menekşe

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder