8 Nisan 2012 Pazar

3. SINIF 6. YARIYIL SİYASET FELSEFESİ-2 (ÜNİTE 1-2-3)


1. ÜNİTE
Liberalizm ve Toplulukçuluk
GİRİŞ
Liberalizmin içkin eleştirisinin en sarsıcı olanı, özellikle 1970 yılında Bir Adalet Kuramı eseriyle John Rawls’tan gelir. Rawls, ideolojik kamplaşmalarla geçen yak­laşık yüzyıl boyunca bilinçli olarak bazı sorunları görmezden gelme eğiliminde olan liberalizmi, özellikle adalet kavramı konusundaki eksiklikleri nedeniyle eleş­tirir.
Liberalizme yönelik aşkın eleştirileriyse büyük ölçüde, 20. yüzyılın başında, sosyal bilimcilerin “metodolojik çaresizliğiyle  açıklamak ola­naklıdır. Bu çaresizliğin kaynağında, 19. yüzyılın sonlarından başlamak üzere 20. yüzyılın ortalarına değin hüküm süren liberalizm-Marksizm eksenli siyasal açıkla­ma modellerinin, modernliğin kimliklere ve etnisiteye karşı mesafeli tutumunu or­tak bir bakış açısı olarak benimsemiş olmaları yatar.
LİBERALİZM
Liberal sözcüğü, pek çok farklı anlamı içerecek biçimde 14. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Latince liber, köle ya da serf olmayan özgür insanları işaret etmek üzere kullanılır. Ayrıca sözcük, zaman zaman açık görüşlülük zaman zaman da cömertlik anlamlarını içeren kullanımlara sahiptir. Sözcüğün siyasal bir içerik kazanması ise 19. yüzyıl sonrasındadır. ilk kez 1812’de ispanya’da kullanılan siyasal içerikli liberal sözcüğü, 1840’lardan sonra ise Avrupa’da geniş ölçüde belli bir tür siyasal eğilimi imlemeye başlar.
19.  yüzyılın bir ürünüdür. Ingiliz muhafazakârları, Thomas Hobbes’tan gelen özgürlük anlayışını yeniden canlandırarak, özgürlüğü, yasalar da dâhil olmak üzere her türden müdahaleden kurtulmuş olma durumuy­la ilişkilendirirler.
Avrupa’da fe­odalizmin çöküşünün ve feodal düzenin aristokratik değerlerine muhalefet eden burjuvazinin ekonomik çıkar arayışının siyasal bir uzantısıdır. Başka bir deyişle, li­beralizm, statüye ve statü gereği doğan sınıfsal farkların konformizm adına sürdü­rülmesine bir karşı çıkıştır. Bu haliyle liberalizm, mutlak monarşinin ve toprak mülkiyetine sahip aristokratların yerleşik iktidarıyla çatışma halindeki orta sınıfın siyasal ve ekonomik özgürlüklere ilişkin özlemlerini yansıtır.
John Locke (1632-1704): İngiliz siyaset adamı ve filozofu Locke erken dönem liberalizminin babası sayılır. Locke’a böylesi bir unvanı kazandıran görüşleri “doğal haklar” öğretisinde yatar. Locke’a göre yaşam ve mülkiyet hakları doğal haklardır ve bu açıdan devletin sınırını oluştururlar. Temsili hükümet ve hoşgörü üzerine yapmış olduğu vurgu, özellikle Amerikan Devriminde son derece etkili olmuştur. En önemli eserleri, Hoşgörü Üzerine Mektup (1689) ve Hükümet Üzerine ikinci incelemedir(1690)
John Locke’u “burjuvazinin sözcüsü” hali­ne getiren de mülkiyeti de tıpkı özgürlükler gibi doğal bir hak olarak değerlendi­rerek, siyasal özgürlükler ve ekonomik özgürlükler ara­sındaki değer farkını ortadan kaldırmış olmasıdır.
liberalizmin özgürlük kavrayışının mülkiyet hakkını içererek ekono­miyle kurduğu yapısal bağlar, ileride liberalizmin, siyasal kazançlarını gölgede bı­rakarak, laissez-faire kapitalizminin kendisiyle özdeşleşen bir sosyoekonomik düzenin savunulması olarak tanımlanmasına neden olacaktır.
Laissez faire- “Bırakınız yapsınlar!”: Devletin ekonomik alana müdahalesinin engellenmesini talep eden ve devlet müdahalesi olmadığı takdirde oluşacak olan serbest piyasa ekonomisinin kendi iç dengesini sağlayacağına dair aşırı güven besleyen ekonomi öğretisi.
Locke’a göre doğa durumu,  “(...) insanların doğa yasası sınırlan dâhilinde, izin istemeksizin ve başka herhangi birinin isteğine bağlı olmaksızın, eylemlerini düzenlemeye ve mülkiyeteriyle kişilik­leri üzerinde uygun olduğunu düşündükleri biçimde tasarrufta bulunmaya yara­yan yetkin bir özgürlük durumudur.
Her siyasal kuram ve ideoloji gibi liberalizm de farklı zamanlarda farklı düşü­nürler tarafından farklı biçimlerde yorumlanmış olmakla birlikte, genel olarak tüm liberal kuramlarda ortaklık sağlayan bazı ilkelerden ve dayanaklardan söz etmek olanaklıdır. Bu ilke ve dayanakların başlıcalari; bireycilik, özgürlük, sınırlı devlet, akılcılık, hoşgörü ve adalettir.
Liberalizmin Temel İlkeleri ve Liberal Devletin Dayanakları
Bireycilik
Liberal ideolojinin merkezî teması bireyciliktir.
Siyasal açıdan liberal kuram dâhilinde ne toplum ne de devlet, tek tek bireyler­den oluşmuş mekanizmalardan öte bir gerçekliğe sahip değildir. Başka bir deyişle liberal kuram, nominalist karakter taşır.
Nominalizm (Adcılık): Kavramların gerçek varlıklar olduğunu kabul eden kavram gerçekçiliğine karşıt olarak, tümel kavramların yalnızca nesnelerin adları olduğunu ileri süren görüş.
Klasik liberalizmin fayda odaklı birey anlayışı Crawford B. Macpherson tarafından “sahip- lenicilik” olarak nitelenir. Macpherson’a göre klasik liberal birey, “(...) kendi kişi­lik ve olanaklarının sahibi, bu açıdan topluma hiç borcu olmayan” bir varlıktır.
Klasik liberal anlayışta bireylerin haklarını doğadan alıyor olmaları ve siyasi ik­tidarın bu hakları korumak dışında herhangi bir görevi üstlenmemesi, bireyleri or­tak iyilere hizmet yükümlülüğünden de kurtarır.
Metodolojik bireyciliğin izlerini süren liberaller, tüm toplumsal yargılar gibi ah­lak yargılarını da bireyden yola çıkarak üretirler. Bu açıdan liberalizmin ahlak an­layışı ya Kantçı ya faydacı ya da sözleşmeci içerik taşıyan bir ahlak anlayışının iz­lerini sürer. Toplulukçu düşünce geleneğinin önde gelen isimlerinden Alasdair MacIntyre, tüm bu ahlak görüşlerinin, ahlaki açıdan aralarındaki uyuşmazlıklara rağmen ortak kabullerini şöyle sıralar:
1-  Ahlak, akıllı bireylerin ideal koşullar altında kabul ettiği kurallardan olu­şur.
2-  Özel hiçbir çıkarın ifadesi olmayan bu ahlak kuralları tarafsızdır ve baskıcı bir şekilde rakiplere dayatılır
3-  Bu kurallar, en iyi in­sanca yaşama biçiminin ne olduğu konusunda yarışan inançların tümünden ba­ğımsızdır.
4-  Ahlaklı ajanlar gibi ahlaka ilişkin birimler bireysel insanlar­dır ve ahlaki değerlendirmeler içinde bu bireylerden her biri bir kişidir ve hiç kim­se birden fazla değerlendirilmez.
5-  Kuralları belirleyen bağlılıktan yola çı­karak ahlaklı varlığı biçimlendiren yargı, istisnasız tüm ahlaki varlıklarda benzerdir ve neticede toplumsal tüm özelliklerden kurtulmuş durumdadır.

MacIntyre’a göre liberal ahlak anlayışı her şeyden önce bireyler ve onların ihti­yaç, istek ve arzularıyla ilişkilidir. Bu açıdan liberal ahlak kuralları, bireylerin bir­birlerinden farklı olan kişisel ihtiyaç, istek ve arzularını yerine getirebilecekleri bi­çimde yansız ve tarafsız olmalıdır.
Will Kymlicka gibi pek çok çağdaş düşünürün çok- kültürlülüğün ancak liberal bir devlette sürdürülebileceği inancını pekiştirir
Çokkültürlülük terimi bazen olgusal bir durumu betimlemek için kullanılırken, bazen de normatif bir anlamda kullanılabilir. Olgusal açıdan “çokkültürlülük” terimi; bir toplumda, iyi yaşam hedefleri ve bu hedeflere ulaşma amacıyla yaptıkları uygulamaları birbirlerinden farklı olan en az iki grubun varlığını gösterir. Başka bir deyişle, olgusal olarak “çokkültürlülük” terimi, toplumda ırksal, kültürel ya da dilsel farklara sahip kültürel grupların varlığı anlamına gelir. Normatif bir terim olarak “çokkültürlülük” ise, farklı kültürel grupların tanınma ve saygı görme hakkının onaylanması taleplerini içerir.
Özgürlük
John Stuart Mill (1806­-1873). İngiliz filozof, siyasetçi ve iktisatçı. Mill’in farklı alanlarda yazmış olduğu eserleri, liberalizme yol gösterirken; Mill’in kuramına yol gösterici ilkeler de özellikle faydacılığın önde gelen isimlerinden olan babası James Mill ile Jeremy Bentham’ın etkilerini taşır. Mill’in önemi klasik ve modern kuramlar arasında bir bağ kurmasından ileri gelir. Mill bir yandan yaşadığı 19. yüzyılın hâkim ilkelerine karşı muhalif bir duruşu temsil ederken, diğer yandan bireysellik, kadınlara oy hakkı, işçi kooperatiflerinin kurulması gibi konularda yapmış olduğu çalışmalarla 20. yüzyılın önemli tartışmalarına yol gösterir. En önemli eserleri, Hürriyet Üzerine (1859), Temsili Yönetim Üzerine Düşünceler (1861) ve Kadınların Boyun Eğdirilmişliği’dir (1869).
John Stuart Mill, her bireyin kendi bedeni ve zihni üze­rinde egemen olduğunu ifade ettiği ünlü Hürriyet Üzerine adlı eserinin hemen ikin­ci cümlesinde “(...) bu deneme, toplum tarafından birey üzerinde meşru bir biçim­de kullanılabilen iktidarın ‘niteliği ve sınırlarını’ konu edinmektedir” diyerek toplum ya da devletin özgürlüğünü değil, bireyin müdahale görmeden eylemde bulunabi­leceği alanın sınırlarını araştırma amacında olduğunu açıklar.
Böylece bireyin özgürlük alanına odaklanan çalışmasıyla Mill, liberal özgürlü­ğün de tanımını verir. Mill’e göre bireylerin eylemlerine sınırlama getirilebilecek tek bir alan söz konusudur. Bu alan, hem Hobbes hem de Locke ta­rafından da dile getirildiği üzere başkasının özgürlük alanına müdahale alanıdır.
Hobbes’un, öz­gürlük üzerine yapmış olduğu saptamalar, liberal kuramcılara ilham kaynağı oluş­turur. Hobbes, Leviathan’da özgürlüğün tanımını şöyle yapar:
“ Özgürlük nedir. ÖZGÜRLÜK veya HÜRRİYET tam olarak, engelleme olmama­sı demektir; engelleme ile, hareketin önündeki dışsal engelleri kastediyorum; (...).
Özgür olmak nedir. Kelimenin bu doğru ve tam olarak kabul edilen anlamına göre, ÖZGÜR bir insan, gücü ve zekâsıyla yapmaya muktedir olduğu şeylerde, is­tediği şeyi yapması engellenmemiş olan birisidir”
Benjamin Constant bilinçli olarak bireyin özgürlüğünü devletin özgürlüğüne bağımlı kılan anlayışa “antiklerin özgürlüğü” adını verirken, modern dünyada olanaklı tek özgürlüğün bireyin özgürlüğü olduğu iddiasını da ortaya koymuş olur.
20.  yüzyılda ise, Hobbes ve Constant’ın izlerini takip eden Isaiah Berlin “İki Öz­gürlük Kavramı” başlıklı makalesiyle çağdaş dünyanın kavramsal haritasını da be­lirler. Berlin’in tarihüstü çözümlemesine göre özgürlüğün iki olanaklı biçimi bulu­nur: “negatif özgürlük” ve “pozitif özgürlük.” Berlin, tıpkı Constant gibi, “negatif özgürlük” ya da “politik özgürlük” olarak adlandırdığı liberal özgürlük anlayışının, modern dünyanın şartlarında olanaklı tek özgürlük biçimi olduğunu ifade etmek­le kalmaz, aynı zamanda özgürlüğün yalnızca olanaklı iki biçimi olduğundan söz etmekle, çağdaş dünyada alternatif özgürlük arayışlarının da önünü kapatır.
Berlin, “Pozitif özgürlük”, “seçtiğim şeyleri seçmeye beni yönel­ten müdahale ya da denetimin kaynağı”nın ne olduğu sorusuna yanıt ararken; “ne­gatif özgürlük” tanımını veren soru “başkalarının müdahalesine uğramaksızm yap­makta serbest olduğum şeyler’in alanını sorgular. Pozitif özgürlüğün bireyin kendi eylemlerinin efendisi olma isteğinden türeyen bir tür benlik-hâkimiyetini gösterirken; negatif özgürlüğün kişisel istekleri gerçekleştirme amacıyla eylemde  bulunan bireylerin, fiziki müdahale, engellenme ve baskı görmeden eyledikleri alanın sınırlarını belirlediği görülecektir.
Sınırlı Devlet Anlayışı
Negatif özgürlük anlayışı içerisinde bireylerin önlerindeki her türden engel ve kı­sıtlamalardan kurtulma çabası, iki açıdan devletin sınırlandırılmasını şart koşar. İlk olarak devlet, açık sınırlamalar getirerek bireylerin her türden müdahaleden uzak olması gerektiğine dair liberal inancı boşa çıkartabilir. Nitekim liberalizmin doğuş ve gelişme koşulları göz önüne alındığında, uygulamada burjuvazinin devleti sınır­lama faaliyetlerinin kurama yol gösterdiği açıkça görülebilir. Rousseau’nun iddialarının aksine (bkz. Rousseau 2004), hak ve özgür­lükler siyasal bir topluma üyelik yoluyla kazanılmadığından, siyasal topluma karşı bir ödev de doğurmaz.
Doğal hak ve özgürlüklerin korunmasının bir diğer yolu ise, devletin keyfi yö­netimini engellemek üzere, yöneten ve yönetilenlerin aynı yasaya tabi olmalarını gerektiren anayasal yönetimlerin benimsenmesidir.
Anayasal yönetimlerin korunmasında iki türlü araç benimsemek mümkündür. Bu araçlardan birincisi, “hukukun üstünlüğü” ilkesinin anayasal düzenin temel da­yanağı haline getirilmesidir. Anayasal yönetimlerin korunmasının ikinci aracı ise, modern biçimini Montes- quieu’dan alan yasama-yürütme ve yargı arasındaki ayrımların korunmasıdır. Kuv­vetler ayrılığı ilkesi, yasama ve yürütme güçlerinin tek elde toplanmasını engelle­yen kurumsallaşmanın kuramsal ifadesidir.
Mill, özellikle Locke’ta beliren çoğunlukçu demokrasilerin karşısına, bireylere eğitim ve sosyal düzeylere bağlı olarak farklı düzeylerde oy hakkı tanınan bir seçim sistemi önererek, liberal demokrasilerin niteliksiz eşitlik anlayışının da en büyük eleştir­meni olur. Mill’in eleştirileri, özellikle 20. yüzyıldan itibaren liberal kuram içerisin­de geliştirilecek farklılık söylemlerinin çoğulcu taleplerine de zemin oluşturur.
Basın özgürlüğü muhalif  sesleri görünür kılarken, “(...) yozlaşmış veya zorba hükümete karşı teminatlardan biri”dir. Bu türden bir özgürlük, çıkarların savunusunu salt görün­güler alanından uzaklaştırarak ister istemez akılcılık ilkesine gitmeyi gerektirir.
Akılcılık
Aydınlanmanın ana teması, Immanuel Kant’ın ün­lü “Aydınlanma Nedir? Sorusuna Yanıt” makalesinin hemen başında yer alan mottonun dile getirdiği gibi “bilme yürekliliği göstermekle” ilişkilidir. Bu açıdan Aydınlanma, insanın batıl inançlardan, önyargılardan ve cehaletten kurtu­larak, tüm değerlendirmelerini aklın ışığında yapması isteğinin ifadesidir.
Liberal kuramcılar, bireyin özgürlüğüyle bağlantılı olarak devletin de ancak ras­yonel bir örgütlenme biçimi kurduğunda kabul edilebilir olduğunu öne sürecek­lerdir.
Kant’ın aydınlanma tanımına damgasını vuran eleştirel akılcılık, kamusal alanın rasyonel örgütlenebilmesi için gereken tartışmacı kamunun ön koşuludur. Bu tar­tışmaların çatışmaya dönüşmemesi, ancak hoşgörünün liberal kuramın temel daya­nağı oluşuyla engellenir.
Hoşgörü
Bireylere tercih ettikleri iyi yaşam biçimi yaşama konusunda özgürlük tanıyan li­beral düşünce geleneğinin sosyal açıdan ayırt edici niteliği ahlaki, kültürel ve siya­sal farklılıkları kabul etmesidir.
Hoşgörü kavramına ilişkin liberal yorumlar, özellikle 17. yüzyılda dini özgür­lükleri savunma amacıyla, John Milton ve John Locke gibi yazarların eserinde bi­çimlenmiştir.
John Locke, Immanuel Kant, John Stuart Mill, çağdaş dünyada ise John Rawls’u dâ­hil edebileceğimiz bu bakış açısından insanlık için en iyi yaşam, aklın önderliğin­de bulunacaktır. İnsan hakları temeli üzerinde yükselen liberal-demokratik bir kül­tür hedefindeki bu düşünürler, “hoşgörü”yü de bireylere ilişkin davranışları belir­leyen temel bir değer olarak ele alırlar.
Özel ve kamusal alanları keskin çizgilerle birbirinden ayıran John Locke, kamu­nun bireyleri yasalara uymaya mecbur bıraktığı devlet alanı dışında kalan özel alandaki özgülüğün teminatını hoşgörü kavramında bulur. Hoşgörü Üstüne Bir Mektup adlı yazısında John Locke, “(...) her insanın ruh iyiliği kendisine aittir ve kendisine bırakılmalıdır” diyerek, kamunun zorunluluk alanı dışında kalan özel ve toplumsal alanlarda, bireye yapılabilecek herhangi bir ahla­ki müdahaleyi reddetmiş olur. Bu nedenle Locke için hoşgörü, negatif özgürlüğün de garantisidir; her bir bireye kendi ahlaki seçimlerini bireysel kararlarıyla verebi­leceği bir seçim alanı tanır.
John Stuart Mill de hoşgörüyü bireysel özerkliğin, do­layısıyla da ahlaki açıdan kişisel gelişimin bir koşulu olarak değerlendirir. Ancak Jeremy Bentham ve James Mill’in tümüyle bireye yönelen faydacı görüşlerini, top­lumu da içine alacak biçimde yeniden yorumlayan John Stuart Mill, hoşgörü kav­ramını bireylerin olduğu kadar toplumların da gelişmesinin dayanağı olarak görür.
Hem Locke hem de Mill’de egemen olan hoşgörü düşüncesi, eninde sonunda tüm insanlığın ortak ve evrensel bir hakikat zemininde buluşabileceğine dair bir inancı paylaşırlar. Benzer bir biçimde Kant ve Rawls da insanla­rın ortak bir yaşam biçimi hakkında uzlaşabilecekleri ilkelerin tespitine yönelirler.
Çağdaş dünyada Will Kymlicka, Isaiah Berlin, Michael Oakeshott gibi düşünürlerin esinlendiği Thomas Hobbes ve David Hume’un felsefelerinde içeri­len bu türden bir hoşgörü anlayışı, farklı olanların ortak bir zemin arayışında bu­lunmaksızın barış içinde yaşayabilecekleri bir liberal perspektifin ürünüdür.
Locke’un hoşgörüyü tek bir inanca götüren yol olarak değerlendirmesi karşısında, Hobbes ve Hume’a göre hoşgörü, bir uzlaşım aracı de­ğil, barış için bir önkoşuldur. Barışın sağlanabilmesi, bir uzlaşımda birleşmek de­ğil, farklı iyi yaşam biçimlerini savunan kültürel değerler arasında kurulabilecek denge ve denetleme mekanizmasının sağlamlığına bağlıdır.
John Gray gibi yazarlar, liberal devletlerin kurumsal açıdan meşruluklarının tartışıldığı “post-liberal” bir dönemin geldiğini ileri sürmektedir.
Adalet
Platon ve Aristoteles’ten bu yana herkesin hak ettiğini alması şeklindeki özel bir ahlaki yargı tipini gösterir. Herkese “gereken” ne ise onun verilmesi, adaletin başlıca amacıdır. Liberal adalet kuramı bu ahlaki yargıyı, çeşitli bağlamlardaki eşitlik anlayışına dayalı ola­rak ifade eder.
Liberal kuramın ilk anlamdaki eşitlik kavrayışı, bireyci savunularından kaynak­lanır. Bireylerin doğal haklara sahip olduğu inancındaki liberal kuramcılar açısın­dan her bireyin “eşit ve özgür” doğması, tüm bireylerin eşit ahlaki değerde oldu­ğu sonucunu doğurur. ikinci anlamdaki eşitlik anlayışı, biçimsel eşitlik olarak da ad­landırılabilir. Buna göre temel haklar açısından tüm bireyler eşittir ve aynı biçim­sel statüden faydalanabilirler. Başka bir deyişle haklar, herhangi bir gruba ya da sı­nıfa ayrıcalık tanınmaksızın tüm bireyler arasında eşit olarak dağıtılmalıdır.
Biçimsel eşitlik anlayışının uygulamada kendisini gösterdiği iki alan söz konu­sudur: siyasi eşitlikler ve yasal eşitlikler. Liberal kurama göre her birey hukuk önünde eşittir ve yasal çerçeveyle ilgili olmayan etkenler, yasal karar alma süreci üzerinde hiçbir etkiye sahip olamazlar.
Fırsat eşitliği bireylerin yetenek ve becerileri ölçüsünde toplumda istedikleri statülere ulaşabilmeleri anlamına gelir. Başka bir deyişle, hiçbir statü, belirli bir niteliğinden dolayı bir bireyin ya da bir grubun erişimine yasaklanamaz. Bireyler doğuştan yetenekli oldukları konularda kendilerini geliştirme hakkına sa­hiptirler.
TOPLULUKÇULUK
Toplulukçu düşünürlerin liberalizme yönelik eleştirileri, üç başlık altında topla­nabilir: antropolojik eleştiri, normatif eleştiri ve adalet-iyi tartışması.
Toplulukçuluğun Temel Eleştirileri ve Dayanakları
Antropolojik Eleştiriler
Önde gelen isimlerinden Charles Taylor, normatif eleştirilerin kökeninde, liberalizmin bi­reyleri ontolojik açıdan yersiz-yurtsuz olarak tanımlamaları olduğunu ileri sürer. Taylor’a göre, bir adaletten söz edilecekse bunun ancak ontolojik olarak koşulların içindeki bireyler bağlamında anlamlı olabileceğini ileri sürer.
Negatif özgürlük, bireyin seçimlerini müdahale görmeden yapması anlamına gelir. Bireylerin önlerindeki seçenekler ne kadar çoksa bireyin özgürlüğü de o denli çoktur. Bireyler seçimlerini bütünüyle kendi çıkarları, istek­leri ve akılcı hesaplamaları doğrultusunda gerçekleştirirler.
Rawls, “ben”in amaç­lara öncelikli olduğunu ileri sürerek, bireyin amaçları ve kimliği arasındaki mesa­feyi ifade eder.
Liberalizmin birey kavrayışı, kaynağını Kant’ın “aşkın özne”sinde bulur. Kant eti­ğinin öznesi olan aşkın özne, kararlarını tüm toplumsal koşullardan ve bağlamdan bağımsız olarak alır. Ancak bireyleri ontolojik boyuttan bütünüyle kopartan birey düşüncesi, toplulukçulara göre antropolojik açıdan kusurlar içerir.  Antropolojinin en sert eleştirilerinden birini yapan Michael Sandel, liberalizmin bireyini etsiz-kemiksiz bir varlık, angaje olmayan köksüz bir özne (unencumbered self) ya da tamamen varoluşu bulunmayan bir ruh olarak tanımlar. Liberalizm ve Adaletin Sınırlan adlı eserinde Sandel, özellik­le Rawls’un “hakkaniyet olarak adalet” kuramını eleştirerek, adalet ilkelerini her tür­den toplumsal bağlamın dışında sadece aklın yol göstericiliğiyle belirleyen birey düşüncesinin iki açıdan hatasını gösterir. Sandel’e göre Rawls’un kuramının ilk ha­tası, normatif açıdandır. Rawls, hiçbir etik amaçsallığın kendiliğinden değerli olma­dığını görememiştir.
Sandel’e göre Rawls’un ikinci hatası ise antropolojik boyutta birey kimliğine ilişkin yaptığı saptamadır. Toplulukçu kuramcılara göre birey sosyal kurumlardan ve değerlerden önce gelmez; aksine bireyleri yaratan içinde bulundukları sosyal kurumlar ve değerlerdir. Bu açıdan “Ben kimim?” sorusunun ya­nıtı, evrensel bir birey imgesiyle değil, bireyin kendi özel tarihiyle ilgilidir.
Charles Taylor’ın deyişiyle, bireyin kimliği “şimdiden-orada”dır (Taylor 1989). Bir kişinin kimliği sahip olduğu değerler ve amaçlarla belirir. Rawls’un aksine, bireyin toplumdan önce değer ve amaçları olamaz.
Toplulukçu gele­neğin bir diğer önemli ismi Michael Walzer, liberalleri gerçek hayatı yanlış anla­makla eleştirirken; ortak değer ve amaçların olmadığı, bireylerin atomlar halinde yaşadığı bir toplumun büsbütün birbirlerine yabancı insanlardan oluştuğunu ileri sürer.
Toplulukçulara göre liberallerin birey tasarımı, ontolojik açıdan bölünmüş bir yapıyı gösterir.
Normatif Eleştiriler
Toplulukçuluğun en tutucu isimlerinden biri olan Alasdair MacIntyre, evrensel ahlak temelinde düşünülen bireyci liberal anlayışın, bireyleri doğrulama olanakla­rından da yoksun bıraktığını ileri sürer.
Ahlak-siyaset arasındaki ilişkiye bakış açısı, liberal geleneğin savunucuları ola­rak düşünülenler arasında görüş ayrılıklarına yol açar. Hobbes ve ardılları, denge ve denetleme mekanizması olarak gördükleri siyaset alanından ahlakı dışlarlar. Onlara göre devlet, çıkarların oluşturduğu denge durumunun ifadesidir. Öte yan­dan Kant ve onun izleri çağdaş dünyada süren John Rawls çizgisindeki liberaller ise, siyaseti ahlaki niteliğiyle ele alırlar. Bu çizgide siyaset, seçilen iyileri takip et­me ve diğerlerinin seçtikleri iyileri takip etme hakkına saygı duyma anlamında ah­laki bir içerik taşır.
Liberal demokrasiler siyaseti denge ve denetleme mekanizmasına indirgerken, ahlak ve erdem gibi eyleme yönelik değerlerin taşıyıcısı olarak da bireylerin çıkar­larını dengeleyen kurumsallaşmaları görürler.
Adil ve İyi Tartışması
Toplulukçular “iyi”, liberaller ise “adalet” kavramını kuramlarının merkezine alırlar. Bu ayrıma koşut olarak “(...) liberal tutumlar ahlaksal iken, cemaatçiler erekbilimseldir (teleolojik) ya da liberal­ler usuli bir bakış açısına sahipken cemaatçiler daha tözsel bakış açısına sahiptir”
Toplulukçuların iyinin önceliğine dair görüşlerinin temelinde Aristoteles’in dü­şünceleri bulunur. Aristoteles Politika adlı eserinin hemen ilk cümlesinde her dev­letin iyi bir amaçla kurulduğunu ifade eder.
Adil koşulun tek garantisi ise, devletin yansız ol­masıdır. Liberal inanç ancak yansız ve bireylere eşit mesafede duran bir devletin, tüm bireyleri kendi çıkarlarını gerçekleştirmeleri bağlamında özgür kılacağını ileri sürer.
Katılım açısından toplulukçu gelenek içerisinde iki farklı bakış açı­sı saptanabilir. ilki topluluğun geleneksel değerlerinin kabulü ve be­nimsenmesi anlamındaki bir katılımı gösterir. Özellikle A. MacIntyre’ın temsil etti­ği böylesi bir katılım, bireyin ahlaki aidiyetlerinin doğal bir sonucu olarak görüle­bilir. Katılımın salt ortak iyilere yönelen böylesi bir anlamı, çağdaş dün­yanın çoğulculuk idealleriyle uyumlu olmadığı gibi, özcü bir ontolojinin de önünü açması bakımından mikro-milliyetçiliklere neden olur.  ikinci anlamıysa, klasik cumhuriyetçi argü­manların izlerini taşır. Toplulukçuluğun özellikle Charles Taylor tarafından temsil edilen bu biçiminde katılım, siyasal açıdan değerlidir. Bu türden bir anlayışta katı­lım, etnik ya da kültürel değil, siyasal topluluğun ortak iyilerini sürdürmede aktif görev alma istekliliğini gösterir. Antik Yunan’ın demokrasi anlayışının yeniden canlandıran bu bakış açısından, topluluğun aktif yaşamında görev alan bireyler, farklı kimliklerini kamusal alanda ortaya koyarak kendi varoluşlarını gerçekleştirebilirler.
Sonuç olarak liberalizm ve toplulukçuluk arasındaki dikhotomi, özellikle libe­ralizmin eleştirileri üzerine yönelerek Soğuk Savaş döneminde tartışmaya açılama­yan pek çok kavramın sorgulanmasına neden olur.






























2. ÜNİTE
Sosyal ve Ekonomik Adalet
GİRİŞ
Her ne kadar adaleti tanımlamak çok zor olsa da elbette ki adaletin bir tanımı vardır. Türk Dil Kurumu sözlüğünde adalet “hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme ve türe, herkese kendine uygun düşeni verme” olarak tanımlanmaktadır.
ADALET TÜRLERİ
Adaletin türleri denilince akla siyasi adalet, ekonomik adalet, hukuki adalet gibi ayrımlar gelebilir. Ancak bu ayrımlar adaletin türleri değil, sadece farklı adaletin ta­lep edildiği, arandığı farklı alanlardır. İlk ayrım Aris­toteles’in yaptığıdır. Onun eşitlik kavramı ile ilişkilendirdiği dağıtıcı adalet ile hak kavramı ile ilişkilendirdiği denkleştirici adalet ayrımı kendisinden sonra gelen teo­rik tartışmaların temelinde bulunmaktadır. Zira klasik liberalizmin “kural adaleti” ile “hakkaniyet olarak adalet” teorisi arasındaki ayrım temelde Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik adlı eserinde yaptığı bu ayrıma dayanır.
Dağıtıcı Adalet
Dağıtıcı adalet, “Bir toplumda para ve bu şekilde bölüştürülebilir nitelikteki şeyle­rin (şan, şeref, ünvan, servet ve ekonomik değeri haiz diğer şeyler) toplum üyele­ri arasında, herkesin yeteneği ve toplum içerisindeki statüsüne uygun olarak dağı­tılmasını öngören adalet türüdür”. Dağıtıcı adalet, eşitlik ilkesini kendisine ölçüt alır, ancak bu koşulsuz bir eşitlik değildir. Koşulsuzlukla anlatıl­mak istenen, her koşulda, herkese eşit davranmaktır. Aristoteles’e göre bu durum adaletsizliği doğurur. Dağıtıcı adaleti benimseyen bir devletin yap­ması gereken, “Herkese toplum içerisindeki durumu ve yeteneklerine göre, nimet ve külfetlerden kendisine düşeni paylaştırmaktır”. Aynı şekilde kişilerin devlete karşı ödevlerinin de yetenekleri ve toplumsal konumlarına göre belirlenmesi de Aristotelesci dağıtıcı adaletin bir gereğidir.
Denkleştiriri veya Düzeltici Adalet
Denkleştirici veya düzeltici adalet ise, dağıtıcı adaletin aksine, kişilerin özel du­rumlarını, yeteneklerini göz önünde bulundurmadan davranmayı gerektirir. denkleştirici veya düzeltici adalet Aristoteles’e göre, hukuki ilişkide taraf olanların eşit muame­le görmesini gerektirir. Örneğin adam öldüren birinin bu suçu­nun cezasını çekmesi, sözleşme yapanın sözleşmesini ihlal etmesi durumunda kar­şı tarafa verdiği zararı ödemesi, düzeltici veya denkleştirici adaletin gereğidir. Ancak burada ödetilecek karşılığın aynı ile iadesi değil, orantıya göre iadesinin yapılması olduğunu vurgulamak gerekir. “Aynı kar­şılığı alma ne paylaştırıcı ne de düzeltici adalete uygun düşer”.  Burada denkleştirici adalet derken Aristoteles’in “kısasa kı­sas” ilkesinden söz etmediği ortaya çıkmaktadır; yani dayak atan birinin, aynı şe­kilde cezalandırılması adaleti sağlamaz, adil olan, bu davranışın yanlışlığını ona göstermek ve onu eğitmektir.
Klasik liberalizmde “kural adaleti”, çağdaş ada­let teorilerinde “piyasa adaleti” olarak geçen soyut veya usuli adalet teorileri ile maddi veya yeniden dağıtıcı adalet teorileri arasındaki ayrım, temelde bu dağıtıcı adalet ile denkleştirici adalet ayrımına dayanmaktadır.
Locke, Hume ve Kant modern felsefenin en önemli düşünürlerinden olup, devlet ve siyaset üzerine önemli düşünceler ortaya koymuşlardır.
Özellikle Locke liberalizmin öncüsü olarak kabul edilmiştir. Aydınlanma çağının büyük düşünürü I.Kant’ta bilgi ve ahlak anlayışında olduğu gibi siyaset ve hukuk alanında da bir aydınlanma devrimi yaparak kendisinden sonra gelen iki farklı gelenek olan analitik ve Kıta Avrupası felsefe gelenekleri için de, siyaset ve hukuk felsefesi için de önemli bir figür olmuştur.
Kural Adaleti ya da Prosedürel Adalet
Adalet söz konusu eylemin içeriğiyle değil, biçimiyle ilgilidir. Bu adalet türünde temel değer özgürlüktür. “İki kişinin bir işleminde, bu işlemin adaletle il­gili niteliğini işlemin maddi içeriğinden çok, iki tarafın özgür iradesinin karşılıklı bağlantısıyla belirli bir noktada kesişmesiyle yapılıp yapılmadığı belirler” Bu adalet anla­yışının temellerini atanlar ise John Locke (1632-1704) ve David Hume’dur (1711­1776). I. Kant’ın (1724-1804) da adalet anlayışı yine bu kural adaleti içerisinde ele alınmaktadır.
Ünlü benzetmesi görünmez el ile Adam Smith (1723-1790) de, dolaylı da ol­sa, adaleti prosedürel adalet içerisinde kalarak tanımlamıştır. Zira ona göre “Adil bir sistem, herkesin aynı derecede özgür olduğu ve aynı öngörülebilir kurallara ta­bi olduğu bir sistemdir.”
Görünmez el benzetmesi Adam Smith’in Ulusların Zensinlisi adlı yapıtında geçmektedir. “Her birey kendi çıkarı peşinde koşarken, sıklıkla, katkıda bulunmaya niyetleneceğinden çok daha etkin olarak topluma katkıda bulunur.” Buna göre uyum ve düzen kendiliğinden oluşa-caktır. Kendiliğinden derken aslında görünmez el olarak tanımladığı piyasa ilişkilerini kastet-mektedir.
Hakkaniyet Olarak Adalet
Rawls “İkinci Dünya Savaşından sonra siyaset felsefesine yapılan en büyük katkı” olarak tanımlanan ve kendisinden sonraki adalet tartışmalarının çizgisini belirleyen eseri A Theory of Justicede (Bir Adalet Kuramı) ele aldığı hak­kaniyet olarak adalet teorisi ile iki şeyi amaç-lamaktadır.
1-  Ahlaki yargılarla adalet ilkelerinin birbirini dışlamadığı bir adalet teorisi kur­mak.
2-  Bireysel farklılıkların gözetilmediği faydacılığın ve klasik liberalizmin adalet anlayışlarına alternatif ve Kantçı yolu takip ederek evrensel bir adalet anla­yışı geliştirmek.
Rawls’un birinci maddede sözünü ettiği ahlaki yargılarla uyum içerisinde olan adalet anlayışı ile aslında faydacı adalet anlayışlarındaki mutluluğu amaç edinen düşünceyi eleştir-mektir.
Özgür, eşit ve rasyonel taraflar, iki adalet ilkesini formü­le ederler;
1-  Herkesin başkalarının aynı hürriyeti ile bağdaşan en geniş temel hürriyete sahip olmak konusunda eşit hakkı vardır.
2-  Sosyal ve iktisadi eşitsizlikler, hem herkesin yararına olacak, hem de mevki­ler (makamlar) ve görevlerin (işler) herkese açık olmasını sağlayacak şekilde ayarlanmalıdır.
Birinci ilkeyle Rawls, bilinmezlik perdesinin devamı olarak, en temel hak olan özgürlükten söz etmektedir. Böylelikle klasik liberalizm taraftarlarının özgürlüğü gözardı ettiğine dair eleştirilerine yanıt vermektedir. Rawls eserinde şöyle demektedir: “Özgürlük en önemli değer-dir ve özgürlükten ancak daha çok özgür­lük için vazgeçilebilir”
Ancak Rawls’u özel kılan ikinci ilkede gizlenmektedir. Zira bu ilkeyle Rawls hak­kaniyete uygun eşitlik ile farklılık ilkesinden aynı anda söz etmektedir. Başka bir deyişle, bir yandan özgürlük, fırsatlar, gelir ve zenginlik gibi tüm sosyal değerlerin eşit olarak dağıtılmasından söz eder; diğer yandan bu eşitliğin herkesin yararına olacaksa, eşitsizliğe dönüşebileceğinin meşruluğunu vurgular. Bu durum farklılık ilkesinin ifade ettiği iki durumla daha iyi anlaşılabilir:
1-  Daha az doğal yeteneğe sahip kimselerin daha fazla gözetilme hakkına sa­hip olması gerektiğidir.
2-  Varlıklı olanların, karşılıklı işbirliğine dayalı bir toplumda yaşamak dolayı­sıyla sonuçta kendi avantajlarına da olacağından, zenginliklerinin bir kıs­mından fakirler yararına fera-gat etmeyi kabul etmesi gerektiğidir”
Rawls bu ilkelerle en temelde “doğal piyangonun” olumsuz etkilerinin kişilerin yardımse-verliğine bırakılmadan, hukuki ve sosyal kurumlar aracılığıyla giderilme­sini amaçlamaktadır.
Nozick’in temsilcisi olduğu liberalizmin temel eleştirisi, Rawls’un “bireysel özgürlük” ilke-si yerine “eşitliği” yüceltmesinedir. Bu eleştirinin haksız bir eleştiri olduğunu yukarıda belirt-tiğimiz Rawls’un “ilk durum şartı” ve or­taya çıkan ilk adalet ilkesi göstermektedir. Gerçekten de Rawls’a göre, adil dağıtım ilkelerine ulaşmak için öyle bir ilk durum gereklidir  bu da tarafların özgür, eşit ve rasyonel olması gereken bir durumdur.
Walzer Spheres de justice (Adalet Alanları) adlı eserinde Rawls’un evrensel adalet fikrine karşı çıkmaktadır. Zira ona göre “adalet belli bir zamanda, belli bir topluluğun ese­ri olarak ortaya çıkar” Walzer adil bir toplum teorisi için çeşitli sosyal adalet alanlarından söz eder: Top­lum üyeliği, güvenlik ve refah alanı, kamu makam ve mevkileri, eğitim gibi.
Rawls’un “hakkaniyet olarak adalet” anlayışı her taraftan eleştirilere maruz kalmıştır. Ancak yine de onun geliştirdiği bu adalet anlayışı ve sonrasında ortaya çıkan tartışmalar sosyal adalet teorilerini yeniden toplumun, ekonomi dünyasının, siyasi partilerin, hükümet-lerin en geniş anlamıyla devletin göz önüne getirmiş, günümüze kadar da sosyal adalet gerek pratik gerekse teorik çalışmaların en önemli konularından olmuştur. Sosyal adaletin ne oldu-ğu, ekono­mik adaletle ve devletle ilişkisini inceleyerek bu konuyu daha iyi anlayabiliriz.
SOSYAL ADALET NEDİR?
Sosyal Adaletin Tarihsel Kökenleri
Fransız devrimine kadar geri götürebiliriz. Zira sosyal adaletin unsurlarından sosyal ve ekonomik haklardan ilk söz eden 1793 yılında Robespierre (1758-1794) olmuştur.
Maximilien de Robespierre,irlanda asıllı bir avukat olup, zengin burjuvaziye karşı Paris halkını savunmuştur. Kendisi aynı zamanda Fransız Devriminin liderlerindendir.
Aynı yıl kabul edilen Fransız Anayasası da bu haklara dair iki önemli madde barındırır:
“-Kamu yardımları kutsal bir borçtur. (...) Toplum yoksul vatandaşların geçim­lerini sağlamak zorundadır.
“- Öğrenim herkesin ihtiyacıdır. Toplum öğrenim imkânlarını bütün vatandaşla­ra sağlamak zorundadır”
Bu haklar bütün insanların eşit olduğu insan haklarından ayrı bir kategori ola­rak, sosyal ve ekonomik haklar kategorisi olarak, sosyal adaletin gerçekleşmesine dair ilk adımları oluştur-muştur. Ancak bu haklara asıl 1848 devrimleri sonrası ya­pılan anayasada daha fazla yer verilmiş olup parasız eğitimi, işçi haklarını ve sos­yal yardımı içeren maddeler konulmuştur.
Marx’a göre sosyalist ve komünist toplum evrelerine paralel olarak iki sosyal ada­let tipi vardır. Birincisi sosyalist toplum evresinde geçerli olan burjuva mülkiyeti ve sömürünün ortadan kalktığı, herkesin, sosyal üretimden, ona yaptığı işgücü katkı­sı oranında pay aldığı sosyal adalet tipidir.
Sosyal Adaletin Günümüzdeki Anlamı
Sosyal adalet artık şu şekilde tanımlanmaktadır: “Bir toplumdaki tüm sosyal değerle­rin, o toplumun tarihsel ve sosyolojik şartları, kültürel ögeleri ve yine toplu­mun farklı kültürel grup-lara mensup üyelerinin benimsemiş olduğu ahlaki de­ğerler gözardı edilmeksizin, adil olarak dağıtımını öngören bir ilke veya ideal”
Böylelikle sosyal adalet Aristoteles’le birlikte ortaya çıkan “dağıtıcı adalet” ve Rawls’la birlikte “yeniden dağıtıcı adalet” şeklinde açıklanan adalet türlerine çağ­daş kamu yönetiminde uygulama olanağı sağlanmaktadır.
Toplumun istisnasız bütün üyelerini kapsayan, asgari bir gelir ve yaşam düze­yinin sağlan-dığı, uygun çalışma saatleri, ücretsiz izin, sağlık ve eğitim hakkının ol­duğu; milli gelir ve zenginliklerin adaletli bir biçimde dağıtıldığı; sosyal güvenliğin sağlandığı, kısacası sosyal ve ekonomik adaletin hâkim olduğu bir toplumun çağ­daşlığından ve hukuk devleti olabilme-sinden söz edilebilir ancak. İşte sosyal ada­letin bugünkü anlamı bunları içermektedir.
EKONOMİK ADALET NEDİR?
Bu kavram sa­dece radikal siyaset iktisatçıları için, özellikle de kapitalizmi eleştirmek için Marx ve Proudhon’dan bu yana üzerine düşünülen bir kavram olmuştur. Ekonomik ada­letin temel sorunsalı doğrudan maddi olup ekonomik üretim ve faaliyetin getirdi­ği zenginlik ile sorumlulukların adil dağıtımının nasıl olması gerektiğidir. Bu soru tam olarak şöyle de formüle edilebilir:
“İktisadi faaliyetin getirdiği nimet ve külfetlerin adil dağıtımı nedir?”
Hahnel İktisadi Adalet ve Demokrasi adlı yapıtında ekonomik zenginlik ve so­rumlulukların nasıl paylaşılması gerektiğine dair dört dağıtım kuralından söz eder.
1.  Kural Herkese kendi fiziksel ve insani sermayesinin katkı değerine göre vermek: Bireyler kendi sahip oldukları üretim araç ve gereç­leri ile ekonomiye katkıda bulunduğu kadarını ekonomiden pay alabilmektedir.
2.  Kural Herkese sadece kendi insani sermayesinin katkı değerine gö­re vermek: Herkesin emeğinin karşılığını aldığı bir dağıtımı öngörür.
3.  Kural. Herkese çabasına ya da kişisel fedakârlığına göre vermek: Özgür iradeye bağlı verilecek kararla harcanan çabaya göre dağıtımı öngö­rür.
4.  Kural. Herkese ihtiyacına göre vermek: kişinin sahip olduğu bir şey yerine, sahip olmadı­ğı bir şeye göre dağıtımı gerektirir. Daha fazla ihtiyaç, daha fazla ekonomik dağı­tımı gerektirir. Örneğin bir iş kazasında elini kaybetmiş olan bir işçinin daha fazla kazanması bu kurala göre adildir.

SOSYAL VE EKONOMİK ADALET BİRLİKTE DÜŞÜNÜLEBİLİR Mİ?
Ekonomik adalet olmaksızın sosyal adaletten söz etmek mümkün değildir. Elbette ki ekonomik adalet olmaksızın, bir sosyal adaletten söz edilemez. Ancak sosyal adalet sadece ekono­mik adaletle de sınırlanamaz. Ancak, aynı şekilde sosyal adalet eko­nomik adalete de indirgenemez. Sosyal adalet, hukuki ve siyasi adaleti de kapsar­ken, ekonomik adalet sosyal adaleti kapsamaz. Bir başka deyişle, çağdaş sosyal hukuk devletinin kamusal temel düzen unsurunu sadece sosyal adalet olarak ta­nımlamak yeterli olmaz, “sosyal ve ekonomik adalet” bu yeni düzenin temel un­surlarıdır.
SOSYAL VE EKONOMİK ADALETİN UYGULANMASI: ÇAĞDAŞ DEVLET ANLAYIŞI 
Sosyal devlet ilk olarak “refah devleti”dir. “Özel mülkiyet ve piyasa ekonomisi ilkelerini ihlal etmeden, devlet eliyle bazı zorunlu gelir ve servet transferlerine baş­vurulan ekonomik sisteme” dayalı bir devlet tipidir sosyal dev­let. Dolayısıyla, sosyal ve refah devleti arasındaki ilişki sosyal ve ekonomik adalet arasındaki ilişki gibi birbirini gerektirmektedir. Öyleyse “sosyal devlet” şöyle ta­nımlanabilir:
“Belirli halk gruplarının sosyo-ekonomik durumların ıslahı yoluyla sosyal dü­zenin sağlan-ması amacı ve bu temel ilkenin gerçekleştirilmesi için toplumsal ya­şantıya çeşitli kamusal tedbirlerle müdahale eden demokratik devlet tipi.”
Bu tanıma dayanan sosyal devlet anlayışı aynı zamanda “sosyal hukuk devleti” olarak da tanımlanabilir.
Sosyal ve ekonomik adalet her zaman sadece devlet tarafından ele alınmamıştır. Örneğin 1931’de Papalık makamının Encyklia (Quadragessimo) denen bildirisiyle sosyal adalet düşün-cesi teoride kalan bir ilke olmaktam çıkıp, politik alana geçmiştir. Zira bu bildiride “herkese dünya nimetlerinden düşen pa­yın sağlanması, dünya nimetlerinin bölüşümünde toplum yararının veya sosyal adalet kurallarının ölçü olarak gözönünde tutulmasına özen gösteril-mesi” isten­mektedir. Böyle bir bildiriyle Papalık makamı, doğ­rudan işçi-işveren arasındaki ilişkiye olumlu bir müdahalede bulunmakta, çağdaş toplum politikası çerçevesinde ücretlen-dirmenin adil olması gerektiğinden söz et­mektedir.
W. K. Frankena’nın vurguladığı gibi, “sosyal adalet ne sadece bireyin fa­aliyetlerine özgü, ne de sadece devletin kamusal faaliyetlerinin bir niteliğidir, o ay­nı zamanda toplumun kültürel kurumları, adetleri ve gelenekleri ile ahlaki kural ve mukaddes saydığı değerler gibi kamusal olmayan vechesi ile de ilgilidir.” Dolayısıyla sosyal devlet bütün bu alanları hesaplamalı ve ona göre hukuksal ve siyasal bir yol izlemelidir.
Türkiye’de de 2001 yılında Adalet Bakanlığı tarafından yayımlanan genelgede “mülk” kelimesi “devlet”le değiştirilmiş, “Adalet devletin temelidir” yazılması talimatı verilmiştir. Her ne kadar bu karar daha sonra tekrar değiştirilip “Adalet mülkün temelidir” özdeyişine geri dönülse de, bu tartışma “mülk” ve “devlet” kelimeleri ile ilgilidir. Buradan anlaşılması gereken adaletin, özellikle de sosyal ve ekonomik adaletin devletin temelini oluşturduğudur.












3. ÜNİTE
İdeolojiler
GİRİŞ: İDEOLOJİ NEDİR?
İdeolojiyi ilk kez kullanan Antoine Destutt de Tracy’ye göre (1754-1836), bu kavram felsefî bilimsel bir disiplinin adıdır ve bu disiplin diğer bilimler için bir te­mel oluşturur. İdeolojinin amacı, düşüncelerin doğal kökenleri­ni araştırmak, düşünceye ilişkin yanılgıları ve yanlışlıkları ortaya çıkararak toplum­sal reformların hizmetine sunmaktır.
ideoloji kavramının kullanımına ilk olarak Antoine D. De Tracy’nin ideolojinin Unsurları adlı yapıtında rastlanır.
Tracy’den önce ideoloji kavramının ortaya çıkmasına katkısı olan başlıca düşünürler, De la Boetie, Bacon, Helvetius ve Holbach olarak sayılabilir.
De la Boetie, köleleşen milyonlarca insanın tek bir kişiye saldırmamasının nasıl olanaklı olduğu sorusunu gündeme getirmiş ve amacı bu olmasa da, ideoloji kavramının
hazırlayıcılarından biri olmuştur.
Bacon’a göre usu saflaştırmak için soy, mağara, çarşı ve tiyatro idolleri gibi kalıplaşmış önyargılarımızdan kurtulmamız gereklidir. Usumuzu saflaştırmak, duyum ve algılarımızın çarpıtmalarından otoritelerin dayatmacı ve çoğu kez yanlış düşüncelerinden arınmamız ve böylelikle doğayı olduğu gibi kavramamız sonucunu doğuracaktır.
Aristoteles’in doğrudan Organon adlı bir yapıtı yoktur. Rodoslu Andronikos’un Aristoteles’in ilk felsefe üzerine yazdıklarına Metafizik adını vermesinde olduğu gibi, Organon, Aristoteles’in mantığını sistemleştirdiği, bilimsel, felsefî yöntemleri irdelediği eserlerinin toplamına verilen bir ad olmuştur. Organon’un Eski Yunancadaki anlamı ‘alet’, ‘araç’tır.
Helvetius, insanların düşünce biçimlerinin kaynağı olarak çıkarları görmüş, çıkarların insanların toplum içindeki konumlarıyla doğrudan ilişkili olduğunu ileri sürmüştür.
Holbach’a göre, egemenlerin güçlerini ve iktidarlarını pekiştirmek üzere başvurduğu tedbirler, herkesi doğuştan salgın bir hastalığa, yanılgı hastalığına mâhkum etmiştir.
BAŞLICA İDEOLOJİLER
Marksizm-Sosyalizm-Komünizm
Marx, Hegel’in diyalektik esaslara dayalı sistematiğini biçim olarak korusa da, bu sistemin içeriğini köklü biçimde değiştirerek kendi tarih felsefesini ortaya koyar.
Bilincin ya da zihnin tek gerçek varlık olduğunu ileri süren idealistlere karşı materyalistler, maddi dünyanın ve ekonomik- toplumsal koşulların bireysel bilinçten bağımsız varolduklarını ve tek tek bireylerin bilinçlerini bu koşulların belirlediğini savunurlar. Marx ve Engels de bu materyalistlerdendir.
Marx ve Engels’in materyalist, ilerlemeci ve belirlenimci (determinist) bir ta­rih ve toplum anlayışı oluştururken dayandıkları temel ilke ve varsayımlar şöyle sıralanabilir:
1-  Tarihi toplumların sosyoekonomik yapıları, yani maddi ilişkiler ağı belirler.
2-  Maddi ilişkiler ağının en temel iki unsuru, üretim güçleri- yani makineler, teknolojik altyapı, insan becerileri vb. ve üretim ilişkileri- yani üretenle tü­ketenler arasındaki toplumsal ilişkilerdir.
3-  Özel mülkiyet ortadan kaldırılmadıkça, sınıflı toplumlar son bulmaz, başka bir ifadeyle, sınıflar ekonomik temellidir ve özel mülkiyetin adaletsiz dağılı­mına bağlı olarak doğar.
4-  Tarihte, sınıf çatışmalarının devrimle toplum yapısının değişmesine neden olduğu aşamalar belirleyicidir.
5-  Proleteryanın (yani geçim kaynağı emeği olan işçi sınıfının) gerçekleştireceği devrimle birlikte, sınıflar ortadan kalkacak ve gerçek özgürlük gelecektir, bu da gerçek insanlık tarihinin başlangıcı olacaktır.
Marx ve Engels’in temsil ettiği bu materyalist anlayış, Alman İdeolojisi, Feuer- bach Üzerine Tezler gibi yapıtlarında bir ideoloji eleştirisi olarak da karşımıza çı­kar ve Marx ile Engels’in ideoloji kavramını, Napoleon Bonaparte dönemindekine benzer biçimde “yanlış bilinç”, “aslında olmayan şeylerden söz etme eğilimi” ola­rak yorumladıklarını ve ideolojiye eleştirel yaklaştıklarını görmek olanaklıdır
Marksist ideolojinin ve bu ideolojinin öngördüğü esaslara göre devlet kurmayı hedefle-yenlerin başlıca kaynağı, Marx ve Engels’in birlikte kaleme aldıkları 1848 tarihli Komünist Manifestodur.
Marx ve Engels’in en bilinen sözlerinden biri de, Komünist Manifesto da dile getirdikleri, “Dünyanın bütün işçileri, birleşindir.
Komünizm Latincede “herkese ait olan” anlamıdaki communis sözcüğünden gelir. Komü-nistler, devrim yoluyla herkesin ekonomideki toplam gelirden eşit pay aldığı bir toplum düze-nini gerçekleştireceklerini vaat eder.
Platon’un Devlet ve Thomas More’un Ütopya adlı yapıtlarında sosyalizmi çağrıştıran pek çok unsur bulunmakla birlikte, “sosyalizm” sözcük olarak ilk kez Robert Owen, Saint-Simon ve Proudhon gibi eleştiri düşünürlerinin yapıtlarında kullanılmıştır. Bu düşünürle­rin sosya-lizm anlayışlarına göre, özel mülkiyet kaldırılmalı, toplumun ürettiği ge­lir adaletli bir biçimde yeniden dağıtılmalı ve üretim araçları tamamen devlete dev­redilmelidir. Sosyalizmde devlet, üretim araçlarının sahibi ve ekonomideki üretim ve yatırımların planlayıcısıdır.
Sosyalizmin sözcük olarak ilk kullanımı, 1800’lerin ilk yarısında olmuştur. Sosyalizm, üre-tim araçlarına devletin sahip olduğu ve üretimde emeği geçenler tarafından devletin denetlen-diği bir ekonomi yönetimi modelidir.
Sosyalizm de komünizm de Marx’ın ve Engels’in felsefelerinden önemli ölçüde beslenir. Bu yüzden, her ikisi de Marksizmle birlikte anılır ve bu ideolojinin türevleri olarak da yorum-lanır.
Anarşizm
Anarşist denilince, tüm düzenleri reddeden, toplumda karmaşa ve düzensizlik yaratmak is-teyen kişiler anlaşılır. Oysa anarşistlerin karşı olduğu, bir toplum düzeni değil, hiyerarşik esaslara dayalı devlet ve onun temsil ettiği otoritedir.
Eski Yunancada “-in yokluğu” ya da “-in olmaması” anlamlarını veren “a-” ön eki ve “yönetici” anlamını veren ”archos” sözcüklerinin birleşiminden oluşan anar­şi sözcüğü, genel olarak “güç yokluğu”, “yönetimin olmaması” anlamına gelir. Anarşizm, bireyin toptan özgür-lüğünü, devlet kurumunun yokluğunda da insanla­rın bir toplum düzeni, üstelik daha adaletli ve özgürlükçü bir toplum düzeni kura­bileceğini savunan bir ideolojidir.
Bu ideolojinin klasik temsilcilerinden Pyotr Alexeyeviç Kropotkin (1842-1921), Çağdaş Bilim ve Anarşide toplum anlayışını sözünü ettiğimiz ilkelerden yola çıkarak şöyle açıklar:
“...Biz toplumu, geçmiş barbarlık ve zulüm düzenlerinin bize mirası olan ya­salarla ya da ister seçilerek ister zorla başa geçmiş egemenlerle yönetilen bir yapı olarak değil, tıpkı âdetler, gelenek-görenekler gibi özgürce oluşmuş karşılıklı anlaş­ma, rıza ilişkilerine dayalı canlı bir organizma olarak görüyoruz...”
Bu toplum anlayışında devletin dışlandığı fakat toplumsal düzen düşüncesine yer verildiği-ni görüyoruz. Zaten Kropotkin’e göre anarşi de (anarşizmi kastediyor) başkalarını kendi isten-cine bağlayan hiçbir saltanatı, despotu, kulluk ilişkisini ka­bul etmediği gibi, sürekli olumluya doğru bir değişimi, daha doğrusu ilerlemeyi kabul eder.
Anarşizm, devletsiz bir toplum düzeninin varolabileceğini savunan, devleti özü bakımından kötü olarak niteleyen bir ideolojidir.
Anarşizmin belli başlı savunucuları olarak Kropotkin, Bakunin, Proudhon, Godwin, Goldman ve Stirner sayılabilir.
Bireyci anarşistler, bireyin sınırsız özgürlüğünü savunurlar. Bireyci anarşizmi ilk savunan Stirner’e göre, bireyin ne kurallara ne de topluma karşı bir sorumluluğu bulunur.
Yeşil anarşistlerin bir kısmı, doğal yaşama tam bir dönüşü ve göçebe avcı- toplayıcı hayat tarzını savunurlar. Bazı yeşil anarşistlerse, yalnızca endüstri toplumunun ortadan kaldırılma-sını savunurken, evcilleştirmeye veya tarım etkinliğine karşı açık bir karşı duruş sergilemez-ler. Felsefî temel olarak Jean-Jacques Rousseau’nun doğa durumunu öven yazı­larından beslendikleri, ilham aldıkları söylenebilir. Fakat bunlardan daha fazla, il­kelcilik (primitivizm) ortaya çıktığında, Frankfurt Okulu’nun Marxistleri Theodor Adorno ve Herbert Marcuse’nin düşünceleri ile Marshall Sahlins, Richard Lee, Lewis Mumford, Jean Baudrillard ve Gary Snyder gibi antropologların düşünceleri bu hareketin şekillenmesinde önemli yer tutmuştur.
Faşizm
Latincede fasces, Antik Roma yöneticilerinin geniş hükümet yetkisini simgeleyen ve ucunda balta bulunan bir çubuk demetine verilen addır ve bu ad, faşizm kavramının kökenini oluştu-rur. Söz konusu sembol, bir takım değişikliklerle 1926 yılından itibaren İtalya’nın resmi devlet sembolü olmuştur. Sembolün üçlü anlamı, yani devlet gücü, halk mülkiyeti ve birliktelik, Benito Mussolini’nin siyasi propagandasında kullanılmıştır.
Faşizm, Mussolini’nin 1922’de İtalya’da iktidarı ele geçirmesinin ardından, onun iktidarı döneminde resmi ideoloji biçimini almıştır.
Adolf Hitler’in 1933-1945 yılları arasında Alman­ya’da uyguladığı Nazizm başta olmak üzere, anti-demokratik ideoloji ve yönetim sistemlerinin tamamına halk tarafından verilen genel bir isim halini almıştır (a.y.).
Faşist ideolojinin temel niteliklerini şöyle sıralayabiliriz:
  • Toplumsal yaşamın bütünü, devletin iktidarı elinde tutanın dünya görüşüne göre, yani lider ilkesine göre örgütlenir ve belirlenir.
  • Basın ve yayın kuruluşları mevcut ideoloji paralelinde yayın yapmaya zorla­narak, egemen görüşe zıt düşünceler ve eleştirel seslerin çıkması çeşitli bas­kı unsurlarıyla önlenir. Aykırı yayın yapanlar sansürlenir, kapatılır veya baş­ka türlü yollarla engellenmeye çalışılır. Böylece egemen düşüncenin karşı­sına farklı düşüncelerin çıkmasının önüne geçilmiş olunur ve tek tip düşün­ce, toplumda baskın hâle getirilir.
  • Etnisiteyi ve ırkı temel alan bir milliyetçilik ve vatanseverlik övgüsü yaygın­dır, vatanı milleti devleti uğruna ölümü göze almak yüceltilir, belli kişiler bu özellikleriyle kahraman-laştırılır.
  • Toplumun üyesi kabul edildiği ırk ya da milletin diğer ırk ve milletlere üs­tünlüğü savları öne sürülür ve kanıt gösterilir, bu bağlamda tarihe ve tarih yazıcılığına büyük önem verilir.
  • Komünizme, liberalizme, demokrasiye, hatta bazen kapitalizme bile kesin bir karşı çıkış söz konusudur.
  • Toplum sorunlarının çözümünde akıl ve bilim yerine, duyguya, nefrete, söylencelere (mitlere) dayanma eğilimi gösterir ve usdışıcı (irrationalist) bir felsefe anlayışından beslenir.

Sosyal Darwinizm, çıkış noktasını ünlü biyolog Charles Darwin’in Türlerin Kökeni adlı yapıtında savunduğu doğal seçilim görüşüne dayandırır. Bu görüşe göre doğada yalnızca güçlü ve dayanıklı olan canlılar hayatta kalacaktır. Bu görüş toplum yaşamına uygulandığın-da, en üstün ırkın kendisinden aşağı olanları yönetmesi, bu yönetime direnenleri de yok etme-si biçiminde bir anlayışa dönüşür.
Faşizm, uygulandığı toplumlarda yol açtığı sonuçlar açısından değerlendirilmiş ve 20. yüz-yılın lânetli ideolojisi olmuştur.
Faşizm, sahip olduğu temel özellikler ve dayandığı ilkelerden daha çok, İtalya ve Almanya-daki uygulamalarından ve milyonlarca insana verdiği büyük ve etkisi uzun sürmüş zarardan dolayı, la­netlenmiş bir ideolojidir.
Faşizmin 20. yüzyıldaki başlıca uygulayıcıları, Mussolini, Hitler, Franco, Salazar, Pinochet olmuştur.
BİR SİYASET FELSEFESİ SORUNU OLARAK İDEOLOJİ
Günümüzde “ideolojik bakıftan, toplumsal sorunları, gelişmeleri yalnızca tek bir ideoloji-nin öğretisi çerçevesinde yorumlamak ve bu yorumu tek doğru olarak kabul etmek anlaşılıyor. Kendi yorumunu ya da çözümlemesini nihai ve bağlayıcı kabul ederek farklı görüşleri ‘ideo-lojik’ diye nitelemek, ideolojik bakışın tipik bir özelliğidir.
“ideolojik bakış”ın tipik özelliğinden dolayı farklı ideolojileri benimsemiş kişiler ya da gruplar arasında beliren iletişimsizlik ve çatışma, ideolojik kamplaşmayı doğurur.
ideolojik bakış da ideolojik kamplaşma da aslında doğru değerlendirme araçlarından yok-sunluğun, değer biçme, değer atfetme ve değerlendirme kavramlarının birbirine karıştırılarak, tartışmadaki tüm tarafların tek doğru değerlendirmenin sahibi olduklarında diretmelerinin bir sonucudur.
İoanna Kuçuradi, Gelenek ve Devrim Ya da Felsefe ve Dünya Politikası adlı yazı­sında, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana dikkate değer siyasi eylem ve kararlara, yaygınlık kazan-mış düşünsel, sanatsal, ahlâkî ve toplumsal akımlara bakıldığında, çağdaş kültürün en belirgin özelliği olarak “insanın yüzünün unutulmasının, yani “insanın değerinin sıfıra inmesi”nin göze çarptığını söyler
Pragmatizm, Eski Yunanca’da “eylemek”, “yapmak”, “kılmak” anlamlarına gelen pragma sözcüğünden türemiştir. Pragmatizm, doğruluğu ve onun ölçütünü eylemlerin kendileri yeri-ne, yol açtıklarında, etkilerinde - faydalı ya da zararlı sonuçlarında-, yani uygulamada bir şeyi değiştirip değiştirmemesinde bulan bir felsefe görüşüdür. William James ve Charles Sanders Peirce bu akımın başlıca temsilcileri olarak sayılabilir.
Emperyalizm, faşizm gibi, insan değerini sıfırlar ve kendisini alternatifsiz bir sis­tem olarak sunar. Buna karşı çıkanlar da dünya sorunlarına “ideolojik” bakmakla etiketlenir ve küresel sermayenin kârını arttırmak için sergilediği adaletsizliklere dikkat çekmeyi ve buna karşı harekete geçmeyi öğütleyen tüm yaklaşımlar, aynı zamanında Napoleon’un dediği gibi, “ger-çekliğe aykırı” olarak görülür.
Genellikle bir ideolojiye iyi ya da kötü dememizi belirleyen ölçütler de, yukarıda Kuçuradi nin işaret ettiği gibi, bir ideolo­jiye dönüşmüş olan pragmatizmden gelir. Buna göre bir ideolo-jinin kitleleri yön­lendirdikleri eylemler toplum yaşamı açısından faydalı ve verimli sonuçlar doğuru­yorsa, o ideoloji iyi; zararlı sonuçlara yol açıyorsa kötü, hatta tehlikelidir.
Yönetim şeklinin hem siyasi hem de ekonomik olduğu bir sömürge imparatorluğunun kuru-luşu, ya da bir devletin diğer devletlere karşı genişleyerek onları siyasi- ekonomik bakımdan boyunduruğu altına almaya dayalı politikalar izlemesi olarak tanımlanabilecek olan emperya-lizmin Yeniçağ’dan günümüze en belirgin uygulayıcıları ispanya, Portekiz, Hollanda ve İngil-tere olmuştur.
İdeolojileri değerlendirirken, neden herhangi bir ideolojik görüş yerine, felsefi bilgiden hareket etmek durumundayız? İşte bu sorunun yanıtı, aynı zamanda ide­olojinin neden bir siyaset felsefesi sorunu olarak ele alınabileceğinin de yanıtını oluşturur.
Siyaset felsefesi ne yalnızca bu inanç ve kanıları belirle­mekle yetinir ne de yalnızca bunlar-dan oluşan bir etkinliktir. Siyaset felsefesi, inanç ve kanıları belirlemekten daha yüksek türden bir bilgi etkinliği olarak, fark­lı insanların aynı siyasal olgu üzerine çeşitli ve farklı türden inançlarıyla kanılarını eleştiren, ele aldığı temel olgular üzerine kavramsal olarak genel geçer doğruluk­ları araştıran bir bilgi etkinliğidir. İdeolojilerin değerlendirilmesi de, ancak böyle bir bilgi etkinliği bağlamında anlamlıdır.


01/04/2012
KAYNAK: Anadolu Üniversitesi Felsefe Lisans Bölümü Siyaset Felsefesi-2 Ders Kitabı.
HAZIRLAYAN: Hakan Hüseyin Menekşe

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder