8 Aralık 2015 Salı

Türk Dili 1

TÜRK DİLİ - 1  / Ünite - 1 DİL ve KÜLTÜR

Meral hanıma teşekkürlerimizle

Ölçünleştirme (Standartlaştırma) : Bir dil topluluğunda söyleyiş yazım ve söz varlığı vb. belirli alanlarda ortak ve resmi kabulün sağlanmasıdır

Bilimsel Bakımdan Dilin Özellikleri

1. Dil, bir sistemdir. (Ses, biçim, söz dizimi, anlam vb. altı sistemlerin oluşturduğu bir bütündür)
2. Dilin temeli sestir, doğal olarak öncelikle sözlü anlatım aracıdır.
3. Dilde nedensizlik ilkesi esastır. ( Gönderge, gösteren ve gösterge vardır. Ağaç sözcüğüyle ağaç arasında bir nedensellik ilişkisi yoktur)
4. İlkel dil, gelişmiş dil ayrımı yoktur.
5. Dilin üretim yetisi sınırsızdır. (Sınırsız sözcük oluşturulur, cümle kurulur ve anlama yetisi vardır.)
6. Her dil, ait olduğu toplumun gereksinimlerine cevap verebilecek yeterliktedir.
7. Dil, toplumsal katmanlara göre değişir. (Dil ; ağız, şive, lehçe gibi "değişke"lerden oluşur. )
                *SAUSSURE ; dil, aynı zamanda bir toplumsal olgudur. Dil yalnızca bölgeden bölgeye değil, etnik ve sosyoekonomik nedenlerle de farklılaşır. Egeli bir Türk ile Karadenizli bir Türk aynı kentte yaşamalarına karşı farklı biçimlerde konuşabilir.)
                * Kod Değiştirme : Konuşurların eş zamanlı olarak bir dilden diğer dile veya bir dil değişkesinden diğer dil değişkesine geçmesidir.
8. Ana dili, öğrenilen değil; edinilen ve kuşaktan kuşağa aktarılan bir sistemdir.
                * CHOMSKY ; Dil edinim aygıtı : Dil bilimcilerinin yüzyıllardır süren sistemli çalışma sonucunda bile ulaşamadıkları dil bilgisi kurallarını, yeni doğmuş ve zihni gelişimini bile henüz tamamlamamış bir çocuğun bikaç sene zarfından edinmesi, ancak doğuştan gelen, dile özgün kurallarla donatılmış içgüdüsel bir sistemtir. Bu aygıtın işlevi yaşın ilerlemesiyle yavaşlar.
9. Dil, toplumsal ve ulusal bir kurumdur.
10. Dil, insanı konu alan her bilim dalıyla yakından ilgili doğal bir iletişim aracıdır.
11. Dil, hem araç hem malzeme hem de bu aracıve malzemeyi kullanan sistemdir. (Dili yazılı ve sözlü biçimde kullanarak insan dili ile psikoloji arasındak ilişkileri, konuyla igili dil malzemesi aracılığıyla değerlendirebilir, inceleyebilir ve çözümleyebiliriz.)
12. Diller arasında benzerlikler ve ortaklıklar olabilir. (Türkçe birader, İngilizce brother vs.)

Dil-Düşünce ve Duygu Bağlantısı

Safir-Whorf Varsayımı : Kişinin konuştuğu dil ile o kişinin dünyayı nasıl algıladığı ve nasıl davrandığı arasında sistemli bir ilişki vardır. Örn. Yumurta ; yumrudan gelir, Arapçad rengi itibariyle, Farsçda tavuğun üreme ve üretme biçimiyle ilgilidir.
Eflatun ve Aristo : Düşüncenin dii belirlediği ve dilin yalnızca düşüncenin aktarım aracı olduğu görüşündedir.

Dillerin Doğuşu ile ilgili Kuramlar

*Tarih öncesi dönem, yaklaşık beş bin yıl önce Sümerlerin çivi yazısını icadıyla sona ermiş ve Eski Çağ başlamıştır.

*Bilinen en eski yazılı belge, Irak'ta eski bir Sümer kenti olan Kiş'te bulunan MÖ 3500 civarında, kireç taşı üzerine bir tür resim yazısı (piktogram) esasına daylı çivi yazısının ilk örneğiyle yazılmış Sümerce Kiş tabletidir.

*Yeryüzündeki bütün dillerin tek ana dilden geliştiğini ile süren tek köken kuramı ve bunun tam tersine, dillerin farklı dillerden geliştiğini ileri süren çok köken kuramı vardır.
CHOMSKY, başka bir gezegenden dünyaya ziyaretçiler gelse, bütün insan dillerini tek dil gibi görebileceklerini söyler.

*Dillerin doğuşuna ilişkin çıkmaz; HERDER : insanlar ancak dil aracılığıyla insandır, insanların dili keşfedebilmeleri için yine insan olmaları gerekir.

*Ding-dong kuramına göre ; dil ilkel insanın nesneleri sesle anlatmaya çalışmasından doğmuştur. Yansıma, ünlem ve etkileşim kuramı vardır.

*Üç büyük dine göre dilin kökeni Tanrısaldır ve tek köken kuramı vardır.

*Telegrafik konuşma ; çocuğun dil ediniminin belirli sürecinde iki sözcükten oluşan cümlelerle konuşmasıdır.















Dil Türleri

Ana Dil : Bir dilin veya dil ailesinin tarihi gelişim sürecinde kuramsal olarak var olduğu düşünülen en eski şeklidir. Örn, bütün Türk yazı dilleri İlk Türkçe ve Ana Türkçe dönemlerinden gelmiştir. İlk Türkçe döneminde aileden ilk ayrılan üye Ana Bulgarca, ikinci ayrılan Yakut Türkçesidir. Ana Türkçe ise modern Çuvaşça dışında bütün Türk dillerinin anasıdır. Avrupa, Hindistan ve İran'da konuşulan diller Hint-Avrupa ana dilinden gelmiştir.

Ana Dili : İnsanın ve genellikle annesi bebeklik döneminden birlikte olduğu dil doğluluğunun üyeleriyle etkileşim aracıığıyla edindiği dildir.

Diyalekt : "Ortak dil". Bu terim, ağız teriminin yerine de kullanılır. Batı dillerindeki diyalekt karşılığındaki lehçedir. KORKMAZ : Bir dilin tarihi, siyasi, sosyal ve kültüren nedenlerle değişik bölgelerde ses yapısı, şekil yapısı ve kelime hazinesi bakımından birbirinden ayrılan kollarda her biri.

Ölçünlü Dil : Yazı dili, edebi dil vb. şekilden adlandırılan dildir. Ölçünlü dil, bir bakımdan aynı dilin çatısı altındaki değişkelerin ortak dili, lingua francası ( Yoğun dil temaslarının bulunduğu bölgelerde, farklı dillerin konuşurlarının ortak iletişim aracı olarak kulandıkları dildir. Örneğin, günümüzde İngilizce). Ölçünlü dil şu aşamalarla gelişir ; seçim > kodlama > yerleştirme > seçkinleştirme
Yazı Dili ve Sözlü Dil : Yazı dili, halk arasında ve öğretim süreçlerinde en iyi, en doğru ve en güzel olarak nitelenen dildir, aynı zamanda ölçünlü dildir.

Argo ve Jargon : Argo ; her yerde ve her zaman kullanılmayan veya kullanılmaması gereken çoklukla eğitimsiz kişilerin söylediği söz veya deyim. Argonun prestiji ölçünlü dile göre düşüktür. Şöför argosu, gemici argosu) Jargon ; Aynı meslek veya toplumsal gruptaki insanların, temel kavramları itibarıyla ortak dilden ayrı olarak kulandıkları özel dildir.

İzole Dil : Bir dil ailesi içinde yer alan ancak coğrafi bakımdan ailenin diğer üyelerine komşu ya da yakın olmayan ya da eldki dil bilimsel verilere göre herhangi bir dil ailesi içinde yer almayan veya aynı dil ailesi çinde yakın akrabası bulunmayan dildir. Örn. Arnavutça ve Yunanca.

Kutsal Diller : Dil bilimsel bakımdan dillere kutsallık atfedilmez, ancak bazı dinlerin vaaz edidiği diller kutsal kabul edilir. Örn. Yahudilik için Klasik İbranice, Hinduizm için Sanskrit, Budizm için Prakrit (Pali) İslam dünyası için Klasik Arapça.

Siyasal ve Etnik Bakımdan Dil Türleri

Bölgeler üstü ölçünlü dil : Ağırlıklı olarak, herhangi bir bölgede değil, siyasal coğrafyanın tamamında kullanılan, yazılıve standartları bulunan dildir. Örneğin Doğu Karadeniz ağızları bu bölgeye, yazı dili ise bütün Türkiye'ye aittir.

Devlet Dili : Gerek ana dili konuşurları gerekse diğer dillerin konşurları tarafından devlet yönetiminde ve kamu alanında yasal ve zorunlu olarak kulanılması gereen dildir. Örn. Rusça, Rusya Federasyonunun devlet dilidir. Tatar Türkçesi Tataristan Cumhuriyetinde Rusça ile birlikte devlet dilidir.

Resmi Dil : Bir ülkenin tamamında veya bir bölgesinde yönetim dili olarak kullanıan ve yasal statüsü bulunan dildir. Örn. devlet dili İspanyolca, bütün İspanya'da geçerli resmi dildir.

Bölgesel Diller ve Bölgesel Olmayan Diller

Yerli Azınlık Dili: Aynı siyasi veya ulusal çevrede, genellikle belirli bir bölgede tarihin eski dönmlerinden bu yana yaşayan ve çoğunluğun dilinden farklı bir dili kullanan topluluğun dilidir. Devletin resmi dilinden farklı dillerdir.

Göçmen Azınlık Dili: Çeşitli nedenlerle yerli coğrafyalarını terk ederek başka ülkelere göç eden ve bulunduklarısiyasal coğrafyadaki resmi dilden farklı bir dili konuşan göçmen toplulukların dilidir.

Uluslararası Dil : Ticaret, bilim, diplomasi, eğitim, seyahat vb. amaçlarla farklı ülkelerdei dillerin konuşurları tarafından ortak anlaşma aracı olarak kullanılan dildir. (Küresel dil, ortak dil, lingua franca olarak da adlandırılır - İngilizce gibi)

Çalışma Dili: Resmi dilden farklı olarak ulusüstü, uluslararası kuruluşların kendi birimleri arasındak iletişimde yazılıve sözlü olarak yaygın biçide kullanıldığı dildir. Genellikle başta İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Rusça, Arapça kullanılır.

Yapay Diller : BAynı İnsanların iletişim engellerinin ortadan kaldırılması, insanların birbirlerini kolayca anlayabilmesi için oluşturulmuş dildir. Öğrenme kolaylığı yaygı ana dillere yakınlık, işlevsellik vb. sağlamak üzere ilk yapay dil VOLAPÜK 1880 yılında SCHLEYER tarafından, ESPERANTO 1887 yılında ZAMENHOF tarafından oluşturulmuştur.











Dillerin Sınıflandırılması

Köken Bakımından Dünya Dilleri : Çeşitli dillerin ortak birana dilden türediği esasına dayanır.

1.        Afroasya (Hami-Sami Dilleri) : Kuzey Afrika - Güneybatı Asya
Dilleri : Sami, Çad, Berber, Kuşi, Omo
*Sami dillerinin en önemli üyesiİslam öncesi dönemde Arap Yarımadasında konuşulan Arapça ve Yahudilerin dili İbranicedir.

2.        Altay Dilleri : Adını Altay dağlarından almıştır. Korece ve Japonca akrabası bulunmayan yalnız dillerdir.
Dilleri : Türk, Moğol, Mançu-Tunguz.
*Türkçe, yazı dili sayısı bakımndan en kalabalık dilidir.
*Moğol dili, Moğolistanda, Rusya ve Çinde konuşulur.
*Tunguz dili, Sahalin adaları, Orta ve Doğu Sibirya, Çin ve Moğolistanın kuzeydoğusunda konuşulur.
*Mançu dili, grubun en tanınan dilidir.

3.        Avustronezya (Malay- Polinezya) Dilleri: Malayca Malezya'nın, Endonezce Endonezya'nın resmi dilleridir.

4.        Çin- Tibet Dilleri : Çin dilleri ve Tibet-Burma dallarından Tibet-Burma dalı da Tibetçe ve Burmaca'dan oluşmaktadır.

5.        Hint-Avrupa Dilleri : Doğal sınırları : Doğu-batı ekseninde Doğu Türkistan yani Çin'in batı bölgesinden Avrupa'nın en doğusuna,
kuzey-güney ekseninde ise İskandinavya ve Kuzey Buz Denizi'nden Güney Afrika'ya, Güney Asya'ya değin uzanır.

               Avrupa Dilleri : Avrupada konuşulan dildir.
                                               Germen dilleri : Almanca, İngilizce, İsveçe, Norveççe, Danca ve İzlanda dili.
                                               Kelt dilleri : Galler dili, İrlanda dili, İskoçya'da Gaelik dili, Fransa'da Breton dili.
                                               Latin dilleri : Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Romence, İspanya'da konuşulan Katalanca.
                                               Baltık dilleri : Litvanya ve Latviya dilleridir.
                                               Slav dilleri : Doğu Slav dilleri, Batı Slav Dilleri ve Güney Slav dilleri olarak üçe ayrılır.
                                                              Doğu Slav dilleri : Rusça, Beyazrusça, Ukraynaca
                                                              Güney Slav dilleri : Bulgarca, Boşnakça, Hırvatça, Karadağca, Makedonca, Sırpça.
                                               Bağımsız diller : Avrupa'da iki yalnız dil : Arnavutça ve Yunanca. .. ve Kafkaslarda konuşulan Ermenice.

               Hint-İran Dilleri : Hint dilleri ve İran dilleri olarak ikiye ayrılır.
                                               Hint dilleri : Pakistan'ı büyük bir bölümü, Hindistan'ın merkezi ve kuzeyi, Nepal ve Bangladeş'te çok sayıda
                                                              yazı dilinden oluşur. Urdu dili (Pakistan) ve Hintçe de konuşur sayısı bakımından önemlidir.
                                                              Sanskrit, Hindistan'ın klasik dili, Pali ise Budizm öğretisinin dilidir.
                                               İrani diller : İran'ın resmi dili Farsçadır.

6.        Ural Dilleri : Fin-Ugur dilleri ve Samoyed dileri olarak ikiye ayrılır.

7.        Kafkas Dilleri : En önemli üyesi Gürcistan'ın resmi dili olan Gürcücedir. İkincisi Kuzeybatı Kafkas dilleridir (Doğu Kafkas, Nah-Dağıstan) Kuzeydoğu Kafkas dilleri Rusya'nın Çeçenya (Çeçence), Inguşetya (Inguşça) ve Dağıstan (Avarca)'da yazı ve konuşma dillerinden oluşur.

Yapı Bakımından Dünya Dilleri : Biçim bilgisel veya söz dizimsel olarak sınıflandırılır. Biçim bilgisel olarak diller :

Bitişken diller : Eklemeli dillerde üretim ve çekim eklerinin getirilmesi, yani eklenme yoluyla gerçekleşir. Türkçe sondan eklemeli ir dil olduğundan son eklenme olur. Fince, Macarca, Japonca hatta Afrika'da konuşulan Swahili dili yüksek derece eklemeli dillerdir.
İngilizce, Farsça gibi Hint-Avrupa dillerinde son eklenmenin yanısıra ön ekleme ve iç ekleme olur. Örn. anormal, deşarj ön ekleme.
Bükünlü diller : Yunanca, Latince, İngilizce, Rusça, Ukraynaca, Arapça, İbranice bükünlü dillerdir. Sözcüğün biçiminin değişmei, anlam ve dil ilgisel işlevin de diğiştiğini gösterir. Ünsüz sırası sabittir. Örn ; ktb (yazmak), mekteb, katib, mektub, mekteb
Yalınlayan diller : Bu dillerde çekim yoktur. Ek almaz, çekime girmez, tek heceli sözcükerin sıralanmasıdır. Sözcüğün biçimi değişmez veya gramatikal birim eklenmez. Çince, Tibetçe ve Vietnamca yalınlayan dllern örneklerdir. Tonlama ve vurgulama birinci derecede dil bilgisel işlevi vardır.
Söz Dizimi Bakımından Dünya Dilleri : Özne, Nesne ve Yüklemin dizilişine göre altı gruba ayrılır.
Türkçenin Dünya Dilleri Arasındaki Yeri

J.von STRAHLENBERG, Fin-Ogur, Türk ve Moğol dilleri arasındaki ortak özellikleri ve runik yazılı metinleri 1730 yılında İsveç'in Stokholm şehrinde yayımlanan eseriyle ilk kez dile getiren bilim insanlarından biriydi. Türkçenin, Moğolca ile tek bir dil olduğu varsayılan döneme "Ana Altayca Dönemi" denir. Türkçe ilk Türkçe adı verilen süreçte (Büyük Hun İmparatorluğu dönemi) bağımsız bir dil haline gelmiş, Avrupa Hun İmp. döneminde ise Ana Türkçe adı verilen süreç başlamış. Yazılı ilk Türkçe belgelerin bulunduğu Göktürk ve Uygur dönemlerine "Eski Türkçe Dönemi" denir.

Türk Yazı Dillerinin ve Lehçelerinin Sınıflandırılması

JOHANSON ve CSATO coğrafi, genetik ve tipolojik ölçütleri esas alarak Türk dillerini altı gruba ayırmış :

1.        Güneybatı (GB), Oğuz Türkçesi : Batı (b) ve doğu (d) olarak 2ye ayrılır.
GBb : Gagauzca, Türkiye Türkçesi ve Azerice
GBd : Türkmence
Salırca (Salarca) Oğuz grubundan gelişmiştir.

2.        Kuzeybatı (KB), Kıpçak Türkçesi : Batı (b), kuzey (k) ve güney (g) olarak 3e ayrılır.
KBb : Kumkça, Karaçay Balkarca, Kırım Tatarcası ve Karayca
KBk veya Volga (idil) : Kazan Tatarcası ve Başkurtça
KBg veya Aral-Hazar : Kazakça, Karakalpakça, Kıpçak-Özbek ve Nogayca
Kazakçaya yakın modern Kırgızca'da bu grupta değerlendirilebilir.

3.        Güneydoğu (GD), Uygur Türkçesi : Batı (b) ve doğu (d) olarak 2ye ayrılır.
GDb : Özbekçe ve Özbekçenin değişkeleri
GBd : Modern Uygurca, Sarı Uygurca, Salırca/Salarca

4.        Kuzeydoğu (KD), Sibirya Türkçesi : Kuzey (k) ve Güney (g) olarak 2ye ayrılır.
KDk : Sahaca (Yakutça) ve Dolganca
KDg : 4 alt gruba ayrılır.
               Sayan Türkçesi : Tuvaca ve Tofaca
               Yenisey Türkçesi : Hakasça, Şorca ve ilgili değişkeer
               Çulım Türkçesi : Küerik vd. değişkeler
               Altayca ve değişkeleri.
5.        Çuvaşça, Ogur/Bulgar Grubu : İlk Türkçe döneminde Türk dillerinden ayrılan Çuvaşça bu grubun tek yazı dilidir.

6.        Halaçça, Argu Türkçesi : Orta İran'da konuşulan Halaççanın Divanü Lugati't Türk'te Arguca olarak anılan dlin devamı olduğu düşünülmektedir.

Türkiye Türkçesi

Türk yazı dillerin ailesinin konuşur sayısı bakımından en büyük dili Türkiye Türkçesidir. Ayrıca KKTC'nin resmi dilidir.
Kosova'da Türklerin yoğun olduğu bazı yerel yönetimlerde beledye sınırları içinde Arnavutça ve diğer dillerle birlikte resmi dildir.

Dil ve Kültür İlişkisi

Kültür Nedir?

TDK : "Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğin ölüünü gösteren araçların bütünü, hars, ekin."

MENGÜ : "Toplumun üyesi olarak insanoğlunun öğrendiği ya da kazandığı bilgi, sanat, gelenek görenek vb. yetenek, beceri ve alışkanlıkları içine alan karmaşık bir bütün"

DEVELİ : "İnsan başarılarının tümü"

KOCA : "Bir milletin uzun bir tarih içerisinde ortaya koyduğu, geliştirdiği ve tecrübe ile sağlamlaştırıp kesinleştirdiği maddi ve anevi değerler bütünü"

UYGUR : "İnsanın kendini kendi evinde duymasını sağlayacak bir dünya ortaya koyması"

MARDIN : "Toplumların eğitim, teknoloji, siyaset, hukuk, iktiat, sanat ve dine ilişkin sorunlarını çözdükleri kendilerine özgü yoldur."

Kültürel davranışlar, toplum tarafından üzerinde uzlaşı sağlanan, konsensüs (fikir birliği, uzlaşma, mutabakat) oluşturulan davranışlar bütünüdür ve bu nedenle toplumlar için bir çeşit kolektif bilinç (Durkheim'e göre bir toplumda ortak olanların temsilidir) oluştururlar.


EDWARD SAPIR : Kültürün 3 ayrı tanımından bahseder.
1. Bir insanın yaşamında miras edindiği, babadan oğula geçen maddi veya manevi unsurlar (Örn. Güney Afrikalıların avlanma yöntemleri)
2. Bireysel gelişmede yetkin örnek olma. (Kültürlü insan)
3. Bir toplumun sahip olduğu, diğer unsurlara göre daha değerli görülen, daha karakteristik, manevi anlamda daha önemli unsurlardır.

Yani SAPIR'e göre kültür ; Belirli bir grup insanı diğerlerinden farklı kılan, ayıran genel davranışlar ve yaşm tarzlarıdır ve o toplumun ürettiği uygarlığın belirgin, tipik göstergelerini de içine alır.

Kültürü Oluşturan Öğeler

Genel anlamda maddi (mimari, el sanatları geleneksel kıyafetler, araç gereçler gibi elle tutulur, gözle görülür) ve manevi (inançlar, dünya görüşleri, ahlak anlayışı, davranış kalıpları, ilişki örüntüleri) veya somut ve somut olmayan olarak sınıflandırılır.

Somut olmayan manevi kültür aktarımında dil (atasözleri, deyimler gibi) önemli rol oynar. Örn. Türk kültüründe kara haber, kara çalmak, kara kedi, karanın kötülük, uğursuzluk, sıkıntı çağrıştırdığını bildirir. Ama Çin kültüründe güven ve kaliteyi, Hindistanda mutsuzluk ve yas, İtalyada ölüm ve cenazedir.

Dil ve Kültür

Destanlar, halk masalları, atasözleri uzun yıllar nesilden nesile söz ile aktarılmıştır. İlk Türkçe yazılı metinlerimizden olan KülTigin, BilgiKağan ve Tonyukuk yazıtları, dilin görünümlerinden biri olan yazı ile muhafaza edlmiştir. Bu nedenle dil, kültürlerin hafızası sayılmaktadır.

Dil ve kültürel davranışla ve düşünme biçimleri arasındaki ilişkii tartışan kuramlardan biri :
WHORF HIPOTEZİ / SAPIR-WHORF HIPOTEZİ : Dil, düşünceyi, toplumsal davranışları ve toplumsal davranış örüntülerini belirleyen bir kalıptır. Bu durumda, bir dilin yapıı, o dili konuşanların dünya görüşlerini de belirlemekte ve biçimlendirmektedir. Düşünmek, rasyonel bir eylem olsa da o dilin gramerinden bağımsız değildir.

Kültürün dil üzerinde yansıma bulduğunu gösteren en tipk örnek tabular (bir kavramın söylenmesinin yasak olması) ve örtmece (dolaylı olarak söylenmesi) sözlerdir. Konuşulursa toplum bundan zarar görür, uğursuzluk getirir kaygılarından ileri gelir.

Dil ve Toplum

Toplum dil kullanımını iki yönde kontrol eder. Birincisi norm (önceden belirlenmiş kalıplar), ikincisi normlara uymak için motivasyon. Motivasyonar içinde bulunulan duruma uygun konuşma biçimlerinin seçilmesine yardımcı olur.

Durumsal dil türü : Konuşma ortamına ve iletişime katılanların durumuna göre tercih edilen bu konuşma stillerinin her biridir.

Toplumsal bağlam : Dil kullanımını etkileyen ve sözcelerin anlamlandırılmasında belirleyci olan unsurların genel adı.

Konuşma bağdaşması : İnsanların birbirleriyle konuşurken, konuşurun stilinın konuştuğu kişinin stiliyle birleşmesidir. Sen diyorsa, sen demesi gibi..

Toplumsal nezaket : Mesafe, saygı, yakınlık gibi toplumsal ilişkilerin iletişim kodunda karşılıklar bulduğu, stratejisi olan bir olgudur.

LEVINSON nezaketin 3 ana stratejisinden bahseder :
1. Negatif nezaket (Resmi strateji ; Kapıyı kapatabilir misiniz?)
2. Pozitif nezaket (Sosyal mesafenin azaldığı ; abla ekmeee uzatsanaaa! )
3. Örtük nezaket

Toplumsal Ağ : İnsanlar arasındaki ilişkilerin yapısı ve türü arasındaki farklılıklar : Yakınlık/kaynaşma biçiminde ise yoğun ve çok yönlü bir toplumsal ağa işaret eder. Örn. iki kişi hem işyerinde arkadaştır hem de komşudur.


* Toplum dil bilimi son zamanlarda kadın ve erkeklerin dillerinde yapı, söz varlığı, stil farklılıklarının olup olmadığını inceler. Mesela, kadınlar, erkeklere göre leylak rengi, cam göbeği vs. ayrıntılı renk söyler. Yani kadınlar erkeklere göre daha dolaylı konuşma biçimine sahiptir. Sonuç olarak kadınlar ve erkeklerin farklı sosyalleşme süreçleri vardır.

İlk Çağ

İLKÇAĞ FELSEFESİ

Ayda Beye teşekkürlerimizle

1. ÜNİTE : ANTİK YUNAN DÜNYASI
Kendini Bil: İnsanı kendi özlüğünü bilmeye davet eden ahlaki bir hüküm ve insandan evrendeki özgün
konumunu kavramasını talep eden kozmolojik bir ilkedir.
Felsefenin ilk soruşturmalarının genel bir evren, toplum ve insan anlayışına varmayı amaçladığı ve bu
üç soruşturma alanının birbirinden ayrı tutulmadığı söylenebilir.
Mitoslar: Evrene hakim olan doğaüstü varlıkları ve insanüstü güçlere sahip tanrısal ya da yarı tanrısal
kahramanları konu eden efsanevi anlatılardır. Mitos’u insanın evrene düzen atfetme çabalarının ilk
biçimi olarak görmek gerekir.
Sınıflandırma ve Düzenleme faaliyetleri tüm düşünce yapılarının genel özelliğidir.
Mitos temelli düzende “gerçek olan” ile “düşüncede olan” ayrımı yoktur.
Mitos temelli düzen, varoluşun birliği ve parçalanamazlığı düşüncesine dayanır.
Mitoslarda anlatılan sembolik dünya gerçek dünyadan ayrı tutulmadığı ve büyülü sözler yoluyla
nesnelere doğrudan etki edilebileceğine inanıldığı için bu durumun biri epistemolojik (yani bilgi
bakımından) diğeri ontolojik (yani varlık bakımından) başlıca iki sonucu olmuştur.
Mitos çağının insanını günümüz insanından ayıranözelliklerinden biri de onun dış dünya ile kendi
arasına ya da dil ile nesne arasına kesin bir ayrım koymamış olmasıdır.
Felsefenin diğer toplumlarda değil de Yunan dünyasında ortaya çıkmasının nedeni sözün daima
yazının önünde olmasına yol açan Yunan sitesinin mücadeleci yapısıdır.
Homeros ve Hesiodos, Antik Yunan’ın en büyük iki mitos yapıcısıdır.
Homeros’un İlyada ve Odysseia isimli destanlarında soylu değerlerinin ön planda olduğu, tüm
olayların soylu sınıf bakış açısıyla verildiği görülür.
Eserlerde saygınlık ve onur gibi savaşçı değerler yüceltilmekte, yaşama bağlılık öne çıkartılmaktadır.
Homeros’un eserlerinde belirgin bir öte dünya anlayışına rastlanmaz.
Psykhe: Yunanlıların ruh anlamında kullandığı psykhe sözcüğü, Homeros tarafından bedenden
büsbütün ayrı bir varlık olarak değilde bedenin bir organı, ölümle bedeni terkeden bir canlılık gücü
anlamında kullanılmıştır. Bu yüzden eserlerinde ölüm istenir bir durum olarak görülmemiştir.
Agathos: İyi. Sonraları Yunan felsefesinin en temel kavramlarından biri haline gelecek olan iyi
(agathos) sözcüğü, Homeros’ta insanın dünyadaki rolünü iyi oynamasıyla ilişkilendirilmiştir.
Moira: Kader. Kader payı. Yunan mitosunda, olayların seyrini belirleyen, tanrılara ve insanlara
paylarını dağıtan kader, yazgı. Evren düzeninin temelinde yatan belirsiz güç.
Yiyecek, miras payı, pay alma, bölüşülmüş parçalar, aşılmaması gereken sınır, düzenleyen anlamlarını
da gelir. Evren, Zeus’un babası Kronos’un ölümünden sonra üç oğlu Zeus, Poseidon ve Hades
arasında kur’a ile pay edilmiştir.
Hybris: İnsanın kendi sınırını ihlal etmesi, haddini aşması, ölçüsüzlük ya da hırs göstermesi durumu
Kosmos: Yunanlıların evren anlamında kullandıkları kosmos sözcüğüne Homeros’un eserlerinde
rastlanmaz. Kullanımı sonraki yıllara rastlayan bu sözcük, dizmek, düzenlemek anlamına gelen
kosmeo fiilinden türetilmiştir. Kosmeo fiili ise savaşta birliklerin düzenlenmesi , işgal edilmiş
topraklara soylu kabilelerin yerleştirilmesi anlamlarında kullanılmıştır.
Homeros’a göre evrenin belli bir düzeni olduğu ve insanın bu düzene uyması gerektiği düşüncesi
vardır.
Hesiodos zamanında savaşı yücelten eski soy değerlerinin yerine, alın terini ve çalışmayı yücelten yeni
değerler aldı. Hesiodos, bu değerlerin başta gelenini “çatışma”, “çalışma” , “mücadele” anlamına
gelen Eris sözcüğüyle anmaktaydı.
Hesiodos , Theogonia (Tanrı Doğumları) isimli eserinde kosmos düzenine ilişkin ilk nedensel
açıklamaları vermiştir. Diğer varlıkların kendisinden meydana geldikleri kökene “uçsuz bucaksız uzay”
, “esneyen boşluk”, “uçurum” anlamına gelen Kaos adını vermiştir. Tüm tanrılar ve kozmik unsurlar
bu Kaostan türemişlerdir.
Homeros’un eserlerinde var oluş bakımından belirgin bir öncelik sonralık sırası yoktur. Oysa
Hesiodosçu düzen evren unsurlarını ilk kez belirgin biçimde zamansal bir sıraya sokmuştur.
Hesiodos, Kaos’tan ilk çıkan tanrılar olan Gaia’yı toprakla, Uranus’u ateşle, Pontos’u suyla, Nyx’i
havayla ilişkilendirmiş böylece evrendeki her varlığın belli bir elementten türediğini ilk kez ileri
sürmüştür.
Aynı zamanda Hesiodos, Eros’u tanrıların birleşmelerini sağlayan kozmik güç olarak betimleyerek
sonraki doğa filozoflarının “tek doğa ilkesi” düşüncesini de öncelemiştir.
Hesiodos’un mitoslarında baş tanrı Zeus’un ağırlık kazandığı, akıl ve adaletle ilişkili olarak ele
alınmaya başlandığı, üreten köylü ve zanaatkar sınıfların ihtiyaç duyduğu yasa, adalet ve barış gibi
kavramların ön plana çıktığı görülür. Homeros’ta tanrılar insan karşı ilgisiz, kıskanç ve zalimken
Hesiodos’un eserlerinde iyi davranışları gözeten, adil varlıklar olarak sunulmuşlardır.
Hesiodos’un eserlerinde Moira düşüncesinin zayıfladığı adalet tanrıçası Dike’ın ağırlık kazandığı
görülür.
Toplumdan dışlanmış sınıflar olan köleler, yabancılar ve kadınlar arasında yaygınlık kazanan bazı
gizem öğretileri arasında en önemlisi Dionysos gizemleriydi. Bu gizemler daha sonra mistik bir din
lideri olan Orpheus’un öğretileri ile iç içe geçti.
Dionysos kültürü normal varoluşun dışına çıkmayı mevcut düzenden kopuşu simgelemiş içerdiği
kurtuluş düşüncesi sitenin değil bireyin kurtuluşunu öne çıkarmıştır.
Dionysos bebekken Titanlar onu parçalamış buna kızan Zeus Titanları kül etmiş ve onların külü ile
Dionysos’tan insan ırkını yaratmıştır. Bu yüzden insan hem Titanlardan kaynaklanan kötü bir yana,
hem de Dionysos’tan kaynaklanan iyi bir yana sahiptir.
Homeros-Hesiodos eserlerinde bu tür düşünceler yoktur. Diğer farklar ise Dionysosçuların bu dünyacı
değil öte dünyacı olmalarıdır. Ruh (psykhe) insan bedeninde mezardadır, hapistedir. Bu hapsiten
kurtulması için arınması, arınması için ahlaki bir hayat yaşaması, sıkı bir bedensel diyet uygulaması
gerekir. Gizemciler ruhun ölümden sonra sorgulanacağına, yeni br bedende yeniden dünyaya
geleceğine yani ruh göçü (reenkarnasyon) öğretisine inanmakta, üç kez iyi hayat sürenlerin bu
döngüden kurtulup özgürleşeceği ve sonsuza dek mutlu olacağını düşünmekteydiler.
Yunanlıların ilk yerleşim biçimleri soy temelli demos ya da deme yerleşimleriydi. İlk yunan siteleri
(Polis) demosların farklı sosyal sınıflarları bir arada barındırabilmesi için dönüşümüyle oluşmuştur.
Soy esasına dayalı eski yerleşimlerde aile evine ve toprağına oikos adı verilmekteydi.
Yeni yunan siteleri (polisler) sayesinde kaba kuvvetin yerini retorik yani söz sanatları almıştır.
Sitedeki sosyal sınıflar arasındaki mücadele, evrende zıt güçler arasında hüküm süren kozmik
mücadelinin sosyal yansıması gibiydi. Yunan insanı, evren ve toplum düzenine egemen olan zıt
güçleri daima uyum (harmonia) ve sevgi (eros) gibi birleştirici ilkeler ile birlikte düşünmekteydi.
Yunan site devletlerinde yasa (nomos) fikrinin gelişimi zıt güçler arasındaki bu uyum kavgasından
doğdu.
Nomos (yasa): Düzenleme anlamındaki nemein sözcüğüyle ilişkilidir. Köken itibarıyla dağıtmak,
sınırlara ayırmak, paylara bölmek, her şeyi kendi sınırına kavuşturmak anlamına gelir.
Polis (Site) : Yuvarlak duvar, sur, çevrilmiş olmak, kapalı olmak, kapalı sınırlar bütünü anlamlarına
gelir.
Soy düzeninden (thesmoi) yasa düzenine (nomoi) geçişte en etkili adım, toplumu soya göre değil,
servete göre bölümleyen Solon’dan gelmiştir. İlk adımı ise soylar arasındaki kan davalarını ortadan
kaldırmak için koyduğu yasalarla Drokon atmış idi. Yasa düzeninin güçlendirilmesine yönelik son
etkili adımı ise Kleisthenes atmıştır. Siteyi soy ya da servete göre değil mahalli birimlere (demos)
göre düzenlemiş, her yurttaş yaşadığı demosa adını kaydettirmiştir.
Tarih yazıcılığı başından itibaren hep akılcı tutumdan etkilendi ve mitoslara yönelik eleştiri
geleneğinin bir halkası oldu.
Historia : Bugün Batı dillerinde tarih sözcüğüne karşılık gelen Historia sözcüğü, Yunanca’da gözle
tanıklık etmek anlamındaki histor sözcüğünden türemiştir. Anlamı ise soruşturmak, öğrenmeye
çalışmak, delilleri incelemek idi.
İlk tarih yazıcıları, mitoslarda anlatılan doğaüstü öyküleri, inandırıcılık ve gerçeğe yakınlık gibi ölçütler
vasıtasıyla ayıklayıp mitosun tarihsel bir anlatı haline dönüşmesinde etkin rol oynadılar. Heredotos,
mitosları inandırıcılıklarına göre, Thukydides ise gerçeğe yakınlıklarına göre ayıklamıştır.
Heredotos, siyasi düzenleri, monarşi, oligarşi ve demokrasi olarak üçe ayırmıştır.
En güçlü merci olan Nomos, Güç ve Adalet gibi iki olguyu birbiriyle uzlaştırmakta böylece nomos güç
içersede bu güç adaletin temeli omaktaydı.
Thukydides, tarih olaylarına insan aklının ve iradesinin egemen olduğunu söyleyerek yunan
dünyasındaki akılcı eleştirilerin öncülüğünü yapmıştır.
Pragma: İnsan amacını en iyi ifade eden sözcük, çıkar ya da yarardır (pragma).
Tragedya sanatının en önemli 3 temsilcisi: Aiskhylos, Sophokles ve Euripides
Tragedya sanatı, ilk ortaya çıktığı günden itibaren Yunan dünyasının yerleşik inanışlarına ve Moira
düzenine yönelik bir eleştiri olmuştur.
Aiskhylos, eserlerinde tanrıların adil olmalarını ve evren düzeninde adaletin zafere ulaşmasını talep
etmiştir. Eserlerinde yunan toplumundaki uzlaşı arayışlarının kozmik ölçekteki yansımaları görülür.
Uzlaştırılmaya çalışan en büyük iki kavram ise akıl ve güçtür.
Sophokles’in eserlerinin çıkış noktası, sıradışı bir bireyin kadere karşı verdiği savaştır.
Sophokles’in tragedyalarında evrende hüküm süren tanrısal yasalarla sitede hüküm süren yasalar
arasındaki çelişkiler ön plana çıkarılır ve Sophokles’in eserleri farklı düzen anlayışlarının çatışmasına
sahne olur.
Sophokles’e göre site düzeni, evren düzenine uygun olmalı, çatışan taraflar uzlaşmazlık
sergilememelidir.
Euripides’in eserlerinde insan ön plana çıkmış, onunla birlikte tragedya sanatı insanileşmiş, olay
örgüleri mitik olmaktan çıkıp toplumsallaşmıştır. Kahramanların yaşadıkları tragedyanın önemli bir
kaynağı da kendi ruhlarındaki çatışmadır.
Öfke ve intikam arzusu ile akıl yürütme arasındaki çatışma trajedinin başlıca kaynaklarıdır. Bu tavır
insanı her şeyin ölçüsü olarak gören Sofist düşünceye uygundur.
Yine de son kertede Euripides düzen anlayışında da bir belirsizlik hakimdir.
Akıllı, adaletli, iyi bir Tanrı ya da ilke düşüncesi ağırlık kazanıp insan aklı öne çıktıkça, evrenin adil ve
ahlaki bir düzen olduğu fikri güçlenmiş ve böylece tragedya sanatının Yunan dünyasındaki etkisi
zayıflamıştır.

2. ÜNİTE : FELSEFENİN ORTAYA ÇIKIŞI VE İLK FİLOZOFLAR
Felsefenin ortaya çıkmasını sağlayan koşulları başlıca üç sorunla ilişkilendirmek mümkündür:
a) Eski mitosların ahlaki bir içerikle donatılmasına duyulan ihtiyaç
b) Kaderin (moira) belirsiz işlerince yönlendirilen eski kaos düzeninin akli temellere sahip bir
düzenle yer değiştirmesine duyulan ihtiyaç
c) Geleneksel mitosların yeni sosyal-siyasi gereksinimlere uyumlu hale getirilmesine duyulan
ihtiyaç
Felsefenin düşünce tarihine getirdiği belki en büyük yenilik, evren düzeninin, doğru işleyen bir insan
aklı tarafından kavranabilecek bir yapıda olduğu kabulüdür.
Arkhe : İlk Yunan filozofları “arkhe” sözcüğünü, evrendeki tüm görünür çokluğun kendisinden
meydana geldiği köken, başlangıç, ilk-madde anlamlarına gelecek şekilde kullanmaktaydılar.
Physis : İlk filozoflar doğayı köken itibariyle “büyüme”, “gelişme”, “oluşma” anlamlarına gelen physis
sözcüğü ile ifade etmekteydiler. Physis aynı zamanda bir şeyin içinde bulunan ve o şeyin
davranışlarının kaynağını oluşturan şey, belli bir şeyin kendisinden yapıldığı “öz madde” anlamına da
gelmekteydi.
Felsefe: Yunanca’da bilgelik (sophia) sevgisi (philo) anlamına gelen philosophia kelimesinden
uyarlanmıştır. Sözcüğün ilk kez Pythagorasçılar tarafından kullanıldığı düşünülmektedir. İlk filozoflar,
daha çok doğa araştırmacısı (physikoi) olarak anılmaktaydılar.
Felsefenin ele aldığı ilk önemli sorun “arkhe sorunu” dur. Arkhe sorunu, evrendeki tüm görünür
çokluğun, farklılığın kendisinden türediği ilk başlangıcı, ilk kökenin ne olduğunu bulmak sorunudur. Bu
sorun, görünür evrenin çokluğunun altında, değişmeksizin kalan bir ilke bulunduğu düşüncesine
dayanır.
Felsefeyi, doğaya yönelik önceki açıklamalardan ayıran başlıca üç özellik vardır.
a) İçsel ya da özseldir; yani doğayı, yinr doğanın kendisinde bulunan ilke ve unsurlar aracılığıyla
açıklamaya çalışmıştır.
b) Sistematiktir; yani tüm doğal olguları aynı terimlerle ve yöntemlerle incelemiştir.
c) Ekonomiktir; yani pek az terim ve işlemle pek çok şeyi açıklamak yoluna gitmiştir.
Hylozoizm : Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes gibi ilk filozoflar, maddeye bir tür ruhsallık,
canlılık, tanrısallık atfettikleri için canlımaddeci (hylozoist) olarak nitelendirilmektedirler. Hylozoizm,
Yunanca’da madde anlamına gelen “hyle” sözcüğü ile canlı anlamına gelen “zoe” sözcüğünün
birleştirilmesiyle oluşturulmuş (hylo-zoe) bir sözcüktür.
*Milet Okulu Düşünürleri (Thales, Anaksimandros, Anaksimenes)
Thales : Düşünce tarihinin ilk filozofudur. Yunan ölçü ahlakının en büyük temsilcileri olan Yedi
Bilge’den biridir ( Thales, Kleobulos, Solon, Khilon, Pittakos, Bia ve Periandros).
Thales şöyle düşünmekteydi:
 Su (hydor) her şeyin arkhesi, ilkesi, doğası ve nedenidir.
 Dünya suyun üzerinde yüzer.
 Her şey tanrılarla doludur.
 Mıknatıs, demiri kendisine çekme gücüne sahip olduğu için canlıdır.
Thales bu yargıyla iki önemli gelişme sağlamıştır:
 Evrendeki görünür çokluğun altında tek bir ilke (arkhe) yattığını kavramış, doğanın görünür
çokluğunu tek bir kökene indirgemiş, her şeyi su ile açıklamıştır.
 Evrendeki her şeyin açıklaması, kökeni olarak ortaya konan bu tek ilke, mitoslarda olduğu gibi
doğaüstü bir yapı değil, bizzat doğanın kendisinde bulunan bir unsurdur.
Animizm: Doğadaki canlı cansız her şeyde bir tür tanrısal ruh bulunduğu kabülüne dayanan ve
genellikle kabile esasına dayalı ilkel toplumlarda rastlanan eski bir din anlayışıdır.
Maddeye ruhsallık ve canlılık atfetmesinden ötürü Thales’i animist öğretilere yakın bulanlar
bulunmaktadır.
Anaksimandros: Thales’in öğrencisi olan Anaksimandros; “Var olan nesnelerin arkhesi
aperion’dur. Var olanlar nelerden meydana gelmişlerse zorunlu olarak yok olup onlara dönerler; zira
onlar birbirlerine zamanın düzenlenişine göre haksızlıklarının cezasını ve kefaretini öderler” demiştir.
Aperion: Peras (sınır) sözcüğünün önüne olumsuzluk anlamı veren “a” harfi konarak türetilmiş, nicel
anlamda sınırsızlık, nitel anlamda belirsizlik ifade eden sözcük. Her şeyin kendisinden meydana geldiği
ve kendisine döneceği arkhe, ilk-neden, başlangıç. Ayrıca evrendeki her şeyin bir zıtlık ilişkisi içinde
olduğunu ama tüm bu zıtlıkların aperion denen bir ilk kökenden çıkıp yine ona döndüklerini
savunmaktaydı.
Anaksimandros’un felsefenin gelişimine yaptığı en büyük katkı, evrende tek bir yasanın hüküm
sürdüğünü dile getirmiş olmasıdır.
Anaksimandros, zıt unsurların birbirinin yerini almasını bir haksızlık olarak (ahlaki bir içerik taşımakta)
görmüştür. Buna göre gece, gündüzün yerini alarak ona haksızlık eder ve cezasını yerini yeniden
gündüze bırakarak öder. Bu durumda evrendeki görünür çokluk, evrenin birliğine aykırı olan çelişkili
bir durumdur. Bu yüzden de olumsuz bir durumdur, bir haksızlıktır ve zıtlar arasındaki çatışma bu
düşünceye dayanır.
Kosmos: Kosmos sözcüğünü evrenin bütününü, evren düzenini ifade etmek için kullanan ilk düşünür
Anaksinmandros’dur.
Anaksimenes: Milet okulunun son temsilcisidir. Anaksimenes, aperion gibi belirsiz bir
yapının evrendeki maddi çokluğu açıklamakta güçlükler çıkaracağını düşünmekte ama
aperion düşüncesindeki sonsuzluk/sınırsızlık fikrinden de etkilenmekteydi. Bu yüzden arkhe
olarak belirlediği havayı (aer), hem maddi bir unsur olarak belirli bir yapı, hem de tanrısal
nitelik taşıyan, sınırsız/sonsuz bir yapı olarak gördü.
Anaksimenes, ilk madde olan havanın, kendi yapısında bir hareket özelliği taşıdığını, karşıt
nitelikler barındırabilecek bir yapı olduğunu düşünmekteydi. Bunlardan ilki
seyrekleşme/genleşme, ötekiyse yoğunlaşma/büzülme’ idi.
Doğası gereği görünmez bir madde olan hava, genleşip seyrelerek ateşe, sıkışarak rüzgara,
buluta, suya, taşa, toprağa dönüşmekteydi. Thales her şeyin sudan meydan geldiğini,
Anaksimandros ise her şeyin aperiondan gelip ona döneceğini söylemiş ama bu meydan
gelmenin ve oluşmanın nasıl gerçekleştiğini ortaya koymamışlardı. Anaksimenes basit de olsa
bunu yukarıdaki açıklamasıyla ortaya koymuştu. Bu durum evrendeki görünür çokluğun
arkheden yani teklikten nasıl türediğine ilişki ilk açıklama olması bakımından son derece
önemlidir.
Ayrıca; Thales kendi adıyla anılan bir geometri teoremine imza atmış, Anaksimandros, bilinen
ilk dünya haritasını çizmiş başlangıçta tüm canlıların suda yaşadıklarını oradan karaya
çıktıklarını söyleyerek evrimci açıklamaların atası olmuştur.
Antik Yunan felsefesinde “arkhe sorunu” nun yanı sıra ele alınan ikinci önemli sorun “oluş
sorunu” idi. Oluş sorunu, evrendeki görünür çokluğun ilk maddeden, başlangıçtan, yani
arkheden meydana geldiğini, evrendeki hareket ve oluşun hangi ilke ya da yasalara bağlı
olduğunu belirlemek sorunuydu.

3. ÜNİTE : PYTHAGORASÇILIK, HERAKLEITOS VE PARMENİDES
Pythagorasçılık, en genel anlamda geleneksel Homerik-Hesiodik mitosların ve Milet
Okulu düşünürlerinin yanıt veremedikleri bazı inanç sorunlarını çözme girişimi olarak
değerlendirilebilir. Pythagoras, sadece büyük bir filozof değil, aynı zamanda yarı dini-yarı
felsefi öğretilere dayanan gizli bir mistik inanç topluluğunun da kurucusu ve manevi lideriydi.
Dilin düzeni ile hakikatın ya da doğanın düzeni arasındaki uyum sorunu da ilk kez onlar
tarafından dile getirildi.
Pythagorasçı söylem, doğanın esrarına uygun biçimde, birçok anlaşılmaz sırla doluydu.
“Kutsal Sözler” adı verilen bu öğretiler ancak ruhunu terbiye etmiş az sayıda müride
açıklanıyordu. Bu yüzden Pythagorasçılığın bir çok önemli söylemi gizli kalmıştır.
Pythagorasçı evren düzeni anlayışı iki yargıya dayanmaktadır:
1) Her şey sayıdır ya da sayılar herşeydir.
2) Evren (kosmos), uyumdur (harmonia)
Kimi Pythagorasçılar evrendeki her şeyin son kertede sayılara indirgenebileceğini, dolayısıyla
sayıların arkhe olduğunu savunurken, kimileri sayıları herşeyin kendisinden çıktığı ve yine
kendisine döneceği bir yapı olarak görmekteydiler. Kimileriyse sayıları tüm görünür şeylerin
kendilerini taklit ettiği birer ilk-örnek (paradeigma) olarak düşünmekteydiler.
Pythagorasçılara göre görünür evren düzeni iki unsurun bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Bu
unsurlardan ilki olan sınırsız pneuma (bir tür soluk ya da hava) evrenin maddi yönünü
meydana getirir. Sınırlı bir yapıda olan sayı ise bu sınırsız maddi yapıya bir sınır, form, biçim
kazandırır ve böylece evren düzeni oluşur. O halde evren düzeni sınırlı-sınırsız karşıtlığının
yani madde (pneuma)-sayı karşıtlığının doğurduğu bir uyumdur.
Pythagorasçılar, evrende birbirleriyle çatışan zıt unsurların birbirleriyle ortalamada
birleştiklerini, böylece evrenin adil ve uyumlu bir yapı olduğunu savunmaktaydılar. Bu görüş,
zıtların sürekli birbirlerinin yerini aldıklarını (gece-gündüz örneği gibi) savunan
Anaksimandros’un görüşünden belirgin bir farklılık sergiler.
Muhtemelen doğu kaynaklı olan ruh göçü öğretisini (reenkarnasyon) Yunan dünyasında ilk
dile getirenler Pythagorasçılar olmuştur. Pythagorasçılar, ölümlü bedene karşılık, ruhun
ölümsüz olduğunu, ölümden sonra başka bir bedende yeniden hayat bulacağını bu yeni
hayatın mevcut hayat süresince yapılan iyiliklere ve kötülüklere göre belirleneceğini
savunarak öte-dünyacı bir yaşam düzeni önermekteydiler.
Ruhun ancak müzik ve matematik yoluyla eğitildiği takdirde evren düzeninin ardındaki sayısal
ilişkileri kavrayabileceğini, en büyük erdem olan uyuma erişebileceğini savunmaktaydılar.
İdeal insanın ancak ideal bir siteyle birlikte mümkün olacağını açık şekilde söyleyen ilk
düşünürlerdi. Onara göre üç tür insan vardır: para-sever, şöhret-sever, bilgeliği ve bilgiyi
sever.
Herakleitos: Gece-gündüz, ıslak-kuru, yaşam-ölüm gibi zıt unsurlar arasındaki
mücadeleyi evren düzeninin en temel yasası olarak düşünmekte ve onu adaletin ta kendisi
olarak görmekteydi. Evrenin görünür karmaşasının ardında yatan kozmik bir akıl olan logos,
zıtlar arasındaki bu bitmek bilmez savaşımı düzenlemekteydi.
Herakleitos, evrendeki değişimin asla inkar edilemeyeceğini görmüştü. Her şey akar ve bir
ırmağa iki kez girmek mümkün değildir, çünkü biz ırmağa ikinci kez girdiğimizde önceki
sular akıp gitmiş, ırmak bambaşka bir şey olmuştur.
Herakletios, herşeyin değiştiğini ama değişim denen olgunun asla değişmediğini söyleyerek,
bizzat değişimin kendisini değişmez bir kozmik yasa haline getirmiştir.
Herakleitos, evrende hüküm süren çatışma ya da değişim yasasını bir yandan maddi bir
unsur olan ateş ile, diğer yandan soyut ve kozmik bir akılsallığı temsil eden logos ile
ilişkilendirmekteydi. Muhtemelen ateş, kozmik akıl olan logosun somut bir temsili, belki de ta
kendisidir.
Herakleitos’un evren anlayışı, tıpkı bir çember gibi, başı sonu aynı olan sonsuz bir
döngüsellik fikrine dayanır. Evreni meydana getiren zıt unsurlar, logos denen değişim yasası
doğrultusunda sonsuz bir düzende birbirleriyle çatışır dururlar.
Panteizm: Varolan herşeyin Tanrı olduğunu, Tanrı’nın tüm doğada belirdiğini, varolan
herşeyle özdeş olduğunu savunan görüştür.
Herakleitos, günümüze erişen bir fragmanında “kendimi keşfettim” demektedir. Kimi
yorumcular bu ifadeyi Herakleitos’un tüm bir felsefesinin özeti olarak görmektedirler.
Böylece Herakleitos’un evren ya da doğa düzenine ilişkin sorgulamaları, son kertede insanın
kendisini tanıması, bilmesi yolunda atılmış adımlara dönüşür.
Bana göre, “bir insan çok iyi ise bin kişidir” diyerek sitenin ancak bilge kişiler tarafından
yönetilebileceğini düşünmekteydi. Bu düşünceleri ile Yunan dünyasındaki en sert demokrasi
karşıtlarından biri olup düşünceleriyle Platon’u oldukça etkilemişti.
Parmenides: Düşünce tarihinde akıl yürütme disiplinini ilk kez açık biçimde kullanan
düşünürdür.
Parmenides’e göre, içinde yaşamakta olduğumuz evrenin biri duyularımıza hitap eden, öteki
ise ancak akılla kavranacak iki görünümü vardır. Bunlardan ilki tamamen yanılgıdır ve duyular
bize yokluk diye bir şeyin var olduğunu, evrende değişimin hüküm sürdüğünü söyler. Oysa
akıl, yokluğu da değişimi de yadsımak gerektiğini bildirmektedir. (Dikkat: İki ayrı evren yoktur
diyor).
Herakletios, değişimi reddetmenin evrenin hakikatiyle bağdaşmadığını savunurken,
Parmenides tam tersine, değişimin varlığını kabul etmenin büyük bir yanılgı olduğunu
söylemektedir. Değişim meselesi üzerine dönen bu tartışma, felsefe tarihinin ilk ve ne tipik
polemiklerinden biri olmuştur.
Parmenides’e göre varlık, zaman bakımından başlangıçsız ve bitimsiz olmakla birlikte uzam
bakımından sınırlı, sonludur. Var olan hiçbir şey hiçbir zaman ve süreçte yok olma
durumunda olmaz. Varlık vardır. Yokluk ve oluş ise var olamaz. Hareket ve oluş söz konusu
olamaz. Ona göre sonsuzluk eksikliktir. Hiçbir zaman tamamlanamayacak bir belirsizliktir.
Bu konuda Pythagorasçılardan etkilenmiştir. Çünkü onlarda evrenin ilk maddesi olan
pneumanın sınırsız ve eksik bir yapı olduğunu sayıların onu sınırlandırarak uyum ve düzeni
meydana getirdiğini savunmaktaydılar.
Parmenides,in evrenin en yüksek hakikati olarak gördüğü işte bu değişmez varlık tüm bu
özellikleriyle “Bir” diye adlandırılmıştır. Bütün evren, işte bu kusursuz küre görünümündeki
Bir’den ibarettir. Evren yani Bir, başından itibaren her yönden kusursuzdur hep böyle
olmuştur ve olacaktır. Bundan dolayıda (kusursuz ve eksiksiz bir yapı) hiçbir değişime ihtiyacı
yoktur.
Parmenides, kusursuz varlık öğretisini insan düşüncesinin işleyişi ile de ilişkilendirmiş
düşünceyle varlığın aynı şey olduğunu savunmuştur. Ona göre her düşünce ve konuşmada
varlıktır.
Parmenides’de Milet Okulu düşünürleri gibi tüm evren düzenini tek bir ilkeyle, Bir ile
açıklamaktaydı. Ancak onun birciliği (monizm) Milet Okulu’ndan farklıydı. Milet Okulu
düşünürleri, tek bir ilk-madde belirlemişler ve evrendeki görünür çokluğu açıklamışlardı. İlkmadde
olarak arkhe, evren düzenini açıklamaya yeterli bir yapı olarak düşünülmüştü. Oysa
Parmenides, evren düzenine bir başlangıç kabul etmediği gibi, onda en ufak bir çokluk ya da
değişim de olmayacağını savunmuştur. Ona göre evren tek bir arkheden türememiştir, zaten
evrenin kendisi topyekün Bir denen varlığın kendisidir.
Parmenides, akli bir içerikle donatılmış mantıksal bir evren düzeni öngörmektedir.
Duyularımıza hitap eden görünür evreni tamamen inkar etmiştir.

4. ÜNİTE : EMPEDOKLES, DEMOKRITOS, KSENOPHES, ANAKSAGORAS
EMPEDOKLES: Empedokles’in temel felsefi amaçlarından biri Parmenides’in değişmez varlık
anlayışı ile evrendeki reddedilmez değişim olgusunu uzlaştırmaktı.
Empedokles, Parmenides’ten etkilenmiş onun varlığa ve Bir’e atfettiği özellikleri büyük
ölçüde benimsemişti. O da tıpkı Parmenides gibi evrende boşluk diye bir şeyin var
olamayacağını varlığın tam bir doluluk olduğunu düşünmekteydi.
Ancak Empedokles, doğada görünür çokluğun ve değişimin asla reddedilemeyeceğini
düşünmekte ve bu yönü ile Parmenides’ten büyük ölçüde ayrılmaktaydı.
Empedokles’e göre evrendeki herşey dört temel unsur olan toprak, su, hava ve ateşin belli
şekillerde birleşmelerinden meydana gelmişti. Evrendeki tüm değişim ve hareket bu dört
unsurun bir araya gelmeleri ve ayrışmaları süreçlerinden ibaretti.
Empedokles, dört temel unsurdan ayrı olarak, iki de hareket ilkesi belirlemişti. Böylece oluş
ya da hareketi maddeden bağımsız olarak düşünmekteydi. Dört unsur, sonsuz bir dönüşüm
içinde Sevgi tarafından birleştirilmekte, Nefret tarafından ayrıştırılmaktaydı. Şeylerin Sevgi
yoluyla birleşmelerinin doruk noktası, Nefretin tamamen ortadan kalktığı ve evrendeki tüm
formların eksiksizce karışıp mükemmel bir birlik haline geldikleri tanrısal bir esenlik
durumudur. Empedokles bu tanrısal birlik durumunu, Parmanides’i andıran bir tutumla
“küre” (sphairos) diye adlandırmış, evren düzenini ise birbirlerine zıt olan dört unsurun tam
orta noktası, ideal birleşimi olarak görmüştür.
Empedokles, evrendeki oluşun asla keyfi olmadığını, evrendeki her şeyin bir zorunluluk
sonucu oluştuğunu savunmaktaydı. Emepdokles bu zorunluluğu “Ananke” sözcüğü ile
anmakta ve Ananke’yi aynı zamanda bir tanrı olarak görmekteydi.
Empedokles, ruh anlayışında Pythagorasçılardan etkilenmiş, onların ruh anlayışı ile kendi
dört unsur öğretisini birleştirmişti. Böylece ruhunda dört unsurun belli biçimde bir araya
gelmesinden oluştuğunu savunmaktaydı.
Empedokles, fragmanlarında ruh anlamına gelen “pshyke” sözcüğü yerine “daemon”
sözcüğünü yeğlemiştir.
DEMOKRITOS: Empedokles’in dört temel unsuru öğretisi, felsefe tarihinde genellikle
“çoğulcu maddecilik” olarak nitelendirilmektedir. Ancak bu ifade için en tutarlı ve bütünlüklü
ifade Demokritos’un “atomculuk” olarak adlandırılan görüşüdür.
Parmenides, mantıksal içerikli bazı akıl yürütmelerle doğa dünyasını baştan sona mantıksal
bir içeriğe bürümüştü. Demokritos’un atomculuğu, doğa düzenini Elea mantığının
etkilerinden korumaya yönelik etkili bir girişim olarak değerlendirilebilir.
Demokritos’ta tıpkı Parmenides gibi mutlak bir meydana gelme ya da yok olma olmayacağını
kabul etmekteydi. Ama o da tıpkı Empedokles gibi doğadaki oluşu ve çokluğu
reddedememekteydi. O da tıpkı Parmenides gibi yokluğu boşlukla özdeşleştirmekteydi.
Aslında yok olma üzerine dönen tartışma aslında evrende boşluk diye bir şeyin var olup
olmadığına ilişkin bir tartışmaydı.
Demokritos’a göre evrendeki herşey, kendi içlerinde hiçbir boşluk içermeyen, yine kendi
içlerinde değişmez ve parçalanmaz olan, sonradan var olmamış ve yok olmayacak olan bazı
temel unsurlardan oluşmaktaydı. Demokritos bu temel unsurlara “parçalanmaz”,
“bölünmez” anlamına gelen “atoma” adını vermiştir. Parmenides’in varlığa atfettiği tüm
özellikleri atomlara atfetmiştir.
Demokritos, atomlardan ve boşluktan başka bir şey yoktur, geri kalan her şey varsayımdır,
demektedir. Bu noktada boşluğun yani yokluğun varlığını kabul ettiği için Parmenides’ten
büsbütün ayrılmıştır.
Benzerlik, atomların hareketlerini belirleyen en önemli unsurdur. Evrendeki hareketin bir
başlangıcı ya da sonu yoktur. Gereke atomların sonsuz sayıda olmaları gerekse boş alanın
sınırlarının olmaması nedeniyle sınırsız sayıda dünyalar meydana gelmiştir.
Demokritos’a göre ruh bile atomların oluşturduğu bir birleşimden ibarettir. Ama ruhu
oluşturan atomlar çok daha ince ve yuvarlak yapılı oldukları için diğer atomlara göre daha
hareketlidirler ve bu da ruhun diğer maddelerden büsbütün ayrı olmasını sağlar.
Demokritos’un atomculuğunda hareket ya da oluş, artık maddenin kendiliğinden hareketi
değildir, madde ya da atomlar arasındaki bir güçtür. Yani maddeler arası bir çekimdir, benzer
atomlar arasındaki itilim ya da çekilimdir. Maddenin tanrısallığı, ruhsallığı ve canlılığı
düşüncesine dayanan canlı-maddecilik (hylozoizm) artık zorunluluğa dayalıyeni bir hareket
anlayışıyla yer değiştirmiştir.
Demokritos, Parmenides’in doğaya ilişkin teşhislerinin mantıksal bir nitelik taşıdığını, oysa
fiziksel olanın mantıksal olandan farklı olduğunu keşfetmişti. Böylece felsefe tarihinde fiziksel
olan-mantıksal olan ayrımını ilk kez belirgin biçimde ortaya koydu.
Demokritos, atomların, biri ikincil olan ve duyulara hitap eden (renk,koku şekil gibi), diğeri
birincil olan ve ancak akılla kavranabilen iki yönleri olduğunu savunmaktaydı. Atomların
birincil nitelikleri, evrendeki tüm değişime ve çokluğa rağmen, değişmeden kalan şeyi
oluştururken, ikincil nitelikler atomların duyularımıza hitap eden ve değişkenlik sergileyen
tüm niteliklerinden sorumluydular.
Demokritos’a göre insan için en büyük iyilik ruhun duruluğu, ruh sevinci (euthymie) ve
mutluluktur (eudaimonie).
KSENOPHANES: Ksenophanes, Yunan dünyasının geleneksel Homerik-Hesiodik Olimposçu
çok tanrı düzenine yönelik felsefedeki belki de en etkili eleştiriyi yöneltmiştir.
Toplumdan topluma değişmeyen felsefi içerikli ve evrensel bir tanrısallık anlayışı geliştirir.
Sözünü ettiği Tanrı’nın “hep göz, hep düşünme, hep kulak” olması olup biten herşeyi
görmesi ve bilmesi, Ksenophanes’in tanrı anlayışını kozmolojik-ontolojik olmanın yanı sıra
ahlaki ve sosyal içerikli bir tanrısallık haline getirmektedir.
Ksenophanes’e göre insan tanrıya ve evrene ilişkin kesin bilgiye erişemez. Kesin bilgi tanrıya
hastır.
Ksenophanes’in geliştirdiği Tanrı anlayışı, tanrısallığı hem sosyal ve ahlaki bir içerikle
donatmış, hem de insan biçimli unsurlardan ayıklamayı amaçlamıştır.
Ksenophanes, mitoslarda resmedilen tanrısallık anlayışıyla, filozoflar tarafından geliştirilen
felsefi tanrısallık anlayışları arasında bir sentez yapmayı amaçlamaktaydı.
ANAKSAGORAS: Anaksagoras, evreni Empedokles’in yaptığı gibi dört unsura indirgemek
yerine, spermatalar (tohumlar) adını verdiği sonsuz sayıda unsur olduğunu ve tüm görünür
evrenin bu unsurların birleşiminden ibaret olduğunu savunmaktaydı. Evrenin temel
gerçekliğini birden çok maddi unsura dayandırdığı için o da Empedokles ve Demokritos gibi
“çoğulcu maddeciler” arasında yer alır.
Anaksagoras’da “oluş” ve “yok olma” gibi olguların varlığını reddetmekteydi. Yine de evrende
bir hareket ve dönüşüm olduğu ona da inkar edilmez görünmekteydi.
Anaksagoras, evrenin başlangıcındaki kaos durumunda herşeyin herşeyle karışmış durumda
olduğunu, herşeyin herşeyde olduğunu savunmaktaydı. Şeyler bu kaotik durumda henüz
kendilerini diğer şeylerden ayrı kılacak herhangi bir niteliğe, biçime, sınıra sahip değillerdi.
Evreni meydana getiren unsurları, başlangıcındaki kaotik durumdan düzen, yani kosmos
durumuna geçiren şey Nous’un ayıştırıcı faaliyetidir. Nous (Akıl), şeyleri birbirinden ayrıştırıp
tabii sınırlarına kavuşturmak şeklinde işler ve bu yönüyle evrenin görünür düzeninin nedeni
olur.
Anaksagoras’a göre Nous’un ayrıştırıcı gücüne rağmen evrendeki şeyler birbirlerinden asla
mutlak anlamda ayrılamazlar. Bu yüzden evrende hiçbir şey yalın halde değildir. Herşeyde
herşeyden bir miktar bulunmaktadır. Bu kuraldan bağışık olan tek şey Nous’tur. Bazı şeyler
Nous’tan da bir miktar pay taşısalar da, Nous’un kendisi yalın ve katıksız bir yapıdır.
Ruhu bedenden, aklı maddeden kesin biçimde ayıran ve biri duyularımıza hitap eden, öteki
yalnızca akılla kavranabilen iki alem ön gören anlayışa “metafizik ikicilik” (metafizik düalizm)
denir. Anaksagoras’ın Nous’u spermatalardan yani maddeden ayırması, bazı yorumcuların
onu metafizik ikiciliğin öncüsü olarak değerlendirmelerine yol açmıştır.

5.ÜNİTE: SOFİSTLER VE SOKRATES
Sofistler retoriği (sözün etkili kılınması), bireyi sitede başarılı ve mutlu kılacak olan pratik
yaşam becerilerinin başlıcası olarak görmekte ve onu politik erdem (politik arete) olarak
nitelemekteydiler.
Kendini bizzat Sofist olarak tanıtan ilk kişi Protagoras’ dır. Saygınlığın (aidos) ve adaletin
(dike) insanlara eşit biçimde pay edildiğini, bu yüzden yönetim sanatında, herkesin
konuşmaya eşit biçimde hakkı olduğunu savunarak siyasi eşitlik ilkesini formüle eden ilk kişi
olmuştur.
Sofist sözcüğü başlangıçta bilgili, becerikli, uzman insanları tanımlamakta kullanılan saygın bir
sözcüktü. Fakat Sofistlerin Atina’daki faaliyetlerini eleştiren Sokrates, Platon ve Aristoteles
gibi büyük düşünürlerin eleştirileri nedeniyle zamanla alçaltıcı anlamlar yüklendi.
Sofistlerin insan, bilgi ve toplum anlayışları tamamen insan-merkezcilik esasına
dayandırılmıştı. İnsan-merkezcilik, başta varlık ve bilgi olmak üzere evrendeki tüm olguları
insandan yola çıkarak açıklamaya çalışır. İnsanı herşeyin ölçüsü kılan bu anlayışta insan
hakikatı bulup çıkarmazi onu bizzat kurar, üretir.
Sofistler doğa düzeni (physei) ile toplum ya da yasa düzenini (nomoi) birbirinden kesin
biçimde ayıran ilk düşünürler olmuşlardır. Bu anlayışta insan, elbette doğanın bir parçasıdır
ama diğer canlıların aksine, kendisine bambaşka bir dünya yaratabilmekte, kendi yasasını ve
doğruluğunu üretebilmektedir. Doğada adalet, güzellik ya da iyilik gibi nitelemeler
bulunmaz. Bunlar insanın kendisinin ürettiği ve ancak yasa düzeninde anlam kazanan
kavramlardır.
Sofist tezleri en iyi özetleyen cümle, “İnsan, her şeyin ölçüsüdür” ifadesidir.
Sofister insanı “politika yapan hayvan” olarak tanımlamaktaydılar. Bu tanımlama Platon ve
Aristoteles tarafından da büyük ölçüde benimsendi ve “homo societus” ifadesinde nihai
anlatımını buldu. Bu ifade özü itibariyle insanın toplumsal bir varlık olduğunu vurgular.
Başlıca sofistlerden biri olan Gorgias, “Hiçbirşey yoktur, olsa da bilinemez, bilinse de ifade
edilemez” demiştir. Bu ifade, varlığın algısının kişiden kişiye değiştiği ve bu yüzden insanlar
arasında varlığın neliğine ilişkin özlü bir uğraşının sağlanamayacağı düşüncesine dayanır.
Ör: Esen rüzgar, hasta bir insana soğuk, sağlıklı bir insana normal gelebilir.
SOKRATES: Onun felsefi görüşlerine ilişkin bilgimizi, büyük ölçüde Platon’un eserlerine
borçluyuz. Sokrates’in savunduğu felsefi görüşler, büyük ölçüde Sofistlere yönelik bir karşı
çıkıştır. Sokrates’in felsefi görüşlerine ilişkin bilgimiz Platon’un gençlik dönemi diyaloglarına
dayanır. Savunma, Kriton, Ion, Lysis, Euthypron, Lakhes, Kharmides ve Devlet’in 1.
Kitabından oluşan bu eserler Sokrates’in belirgin etkisi nedeniyle Sokratik Diyaloglar olarak
da anılırlar.
*Sokrates de insan için en yüksek amacın mutluluğa (eudaimonia) erişmek olduğunu kabul
ediyordu. Mutluluğu yaratan iyilik, iyiliği yaratan erdemli (arete) olmaktır. Erdemden
anlaşılan ise, erdemin alt türleri olan: adalet, doğruluk, ölçülülük, cesaret, bilgelik ve
dindarlıktı.
Sokrates’in aradığı tanım, erdemin zamana ve mekana göre değişen, farklı görünümlerini
değil, zaman ve mekana göre değişiklik sergilemeyen, erdemin tüm farklı görünümlerinde
değişmez biçimde ortak olan özlüğü talep etmektedir. Burada amaç erdeme kesin bir tanım
bulmak ve böylece gençlere verilecek erdem eğitimine sağlam bir zemin hazırlamaktır.
Sokrates, öne sürülen tanımları, kendine özgü bir yöntemle çürütür ve tanımların
geçersizliğini mantıksal argümanlarla kanıtlamaya çalışır. İronik yöntem adı verilen bu çaba,
bir bütün olarak Sokratik elegie, yani çürütme (elegie) olarak adlandırılır.
Sokrates, “bildiğim tek şey; hiçbirşey bilmediğimidir” diyerek “bilme” işinin sanılandan çok
daha zor olduğunu ve sağlamca temellendirilmesi gerektiğini tavsiye eden bir bilge kişi
görünümündedir.
Sokrates’in ahlak anlayışı büyük ölçüde “kendini bil” sözüne dayanır. Bunun yanı sıra
Sokrates, insanın, tüm davranışlarını değişmez bir davranış ilkesine dayandırması gerektiğini
söyler. Bunlar Sokrates’in ahlaklı bir insanın nasıl olması gerektiğine ilişkin başlıca yargılarıdır.
Sokrates’in felsefi çabalarının neredeyse tamamını, son kertede gençlerin eğitimi sorununa
dayandırabilmek mümkündür.
Sokrates, bir ebe olduğunu ve gençlerin ruhlarını doğurttuğunu söylüyordu. Bu doğurtma,
insanın doğasında doğuştan saklı bulunan hakikatlerin açığa çıkarılması esasına dayanıyordu.
Maieutik (doğurtma esaslı) adı verilen bu süreç, serbest ama yöntemli bir diyalogla
gerçekleşiyordu.
Sofistler, doğa dünyası ile insan ya da yasa dünyasını ayırıp, yasa dünyasının tamamen göreli
bir yapı olduğunu savunurken, Sokrates, insan dünyasında da doğadaki gibi bir genel-geçerlik
bulunduğunu ısrarla dile getirmiştir.

6. ÜNİTE: PLATON – VARLIK VE BİLGİ ANLAYIŞI
Platon hocası Sokrates’in idam edilmesinden sonra yaşamının sonuna kadar kararlı bir
demokrasi karşıtı olmuştur. Pythagorasçı öğretilerden etkilenmiştir.
Akademia isimli bir okul kurmuş, ve bu okulda felsefe, matematik, geometri, astronomi ve
fizik eğitimi vermiştir. Aristotales ile olan hoca-öğrenci ilişkisi de bu kurum çatısı altında
gelişti.
Sokratik Dönem Eserleri: Savunma, Kriton, Ion, Lakhes, Kharmides, Euthyphron, Lysis ve
Devlet’in 1. Kitabı
Geçiş Dönemi Eserleri: Hocasının etkisinden sıyrılarak kendine özgün görüşlerini geliştirmeye
başladığı eserleridir. Protagoras, Gorgias, Menon, Euthydemos ve Kratylos
Olgunluk Dönemi Eserleri: Symposium, Phaidon, Devlet ve Phaedrus
Yaşlılık Dönemi Eserleri: Theaetetos, Parmenides, Sofist, Devlet Adamı, Philebos, Timaios ve
Yasalar.
Platon, un ilk dönem eserlerinin başlıca amacı, erdemi ve türlerini kesin tanımlara
kavuşturmaktı. Gorgias, Platon’un Sokrates’in etkisinden sıyrılarak kendi görüşlerini
geliştirmeye başladığı bir eser olarak kabul edilir. (Erdemin ne olduğuna ilişkin ilk kez belirgin
ifadelere rastlandığı için).
Platon için Pythagorasçı öğretilerle tanıştıktan sonra bundan sonraki gelişimine iki öğreti
damga vurmuştur:
1) İdealar Öğretisi
2) Ruhun Ölümsüzlüğü Öğretisi
Platon’un varlık, bilgi, ahlak ve toplum anlayışının bu iki öğretiden türediğini söylemek abartı
olmaz.
Platon’un varlık anlayışı, bütün duyulur/görünür şeylerin, düşüncelerimizin ve
kavramlarımızın, duyulur dünyanın ötesinde ve ondan bağımsız bir varlığa sahip bir
gerçeklikle; idealarla ilişkili olduğu kabulüne dayanır. Örneğin, doğadaki tek tek tikel ağaçlara
varlığını veren tek bir ağaç ideası vardır ve bu idea ağaç tikellerinden bağımsız bir varlığa
sahiptir. İdealar, duyu organlarımızla kavrayabileceğimiz bir yapıda değildirler. Sadece
düşünce ile bilinebilir ve kavranabilirler. Böylece Platoncu felsefe, duyu organlarımıza hitap
eden şeylerin oluşturduğu görünür/duyulur evren ile (aisthetos topos) ile düşünülür evreni
(noetos topos) yani idealar alemini birbirinden kesin biçimde ayırır. Böylece Platon idealar
öğretisinin iki temel kabulunu ortaya koymuş olur “İdealar vardır” ve “İdealar görünür
şeylerden ayrıdır”
Bu durum Platon’u metafizik bakımdan ikici (düalist) bir düşünür haline getirmektedir.
İdealar, zamana ve mekana bağlı olmayan, değişmez ölümsüz yapılardır ve görünür
evrendeki şeylerin tamlıklarını temsil ederler. Görünür şeyler, bu ideaların ancak sönük birer
gölgesi, eksikli birer kopyasıdır. Örneğin tek tek ağaçlar, birbirinden farklı ve değişken
yapıdalarken hepsinin kendisinden çeşitli ölçülerde pay aldığı ağaç ideası, ağaçlığın kusursuz
biçimini temsil eden, değişmez, tanrısal yapıda bir özlüktür. Platon bu özlüğü “kendinde
varlık” olarak tanımlar.
Platon eserlerinde en sık karşımıza çıkan karşıtlıklardan biri de ”idea-aistheta” karşıtlığıdır.
“Aistheta” sözcüğü, duyu organlarımıza hitap eden görünür şeyleri ifade eder. Duyulur şeyler
(aistheta) hiçbir duyusal nitelik taşımayan ve sadece akıl yoluyla kavranabilen ideaların sönük
ve eksikli birer kopyasıdırlar.
“Kendinde varlık” varlığı için bir başka şeye ihtiyaç duymayan ama başka şeylerin
varlıklarının nedeni olan varlıktır. İdealar birer kendinde varlıktırlar.
Platoncu düşüncede idealar, Parmenides’in “Varlık” a atfettiği tüm özellikleri taşırlar. “Var
olanlar” ise evrendeki değişken, çoklu görünümleri oluştururlar. İdealar gibi tam ve kusursuz
olmadıkları için daima onlar gibi olmaya yani tamamlanmaya çalışır, sürekli değişip dururlar.
Böylece Platon, idealar alemi ile görünür/duyulur evreni birbirinden ayırarak Parmenides ile
Herakleitos arasındaki o eski “değişim-değişmelik” ya da “teklik-çokluk” sorununu çözmeye
çalışmıştır.
Platon, duyulur şeylerle idealar arasındaki ilişkiyi açıklayabilmek için çeşitli eserlerinde “pay
alma”, “katılma”, “bulunma”, “taklit etme” gibi ifadelere başvurmuştur.
Ancak bu açıklamalar sorunu tam çözmediği için Platon, yaşlılık dönemi eserlerinden biri olan
Timaios’ta sorunu çözmek için Demiourgos adını verdiği düzenleyici bir Tanrısal güçten söz
eder. Kelime anlamı “el işçisi”, “zanaatkar” olan ve bir tür “evrenin mimarı” olarak
düşünüldüğü anlaşılan Demiourgos, başlangıçta hiçbir biçime, renge, kokuya kısacası onun
insan için algılanabilir kılacak hiçbir vasfa sahip olmayan ve bu yüzden bir tür var olmama
durumunda bulunan kaotik durumdaki ilk-maddeyi idealara bakarak düzene sokmuş, belli bri
biçime, renge ve kokuya kavuşturmuştur. Demiourgos, insan ruhunun dahi yine aynı şekilde,
ilk-maddeden formların bilgisi ile yapmıştır.
Platon, Timaios’ta bütünlüklü bir evren tablosu çizer. Bu tablo üç temel nedene
dayanmaktadır. İdealar, kaotik durumdaki ilk-madde ve Demiourgos. Bunların üçüde ezeli ve
ebedidir. Demiourgos, idealara bakarak, başlangıçta hiçbir nitelik taşımayan ve bu yüzden
algılanabilir, düşünülebilir olmaktan uzak olan kaotik ilk-maddeyi şekillendirir ve onu insan
için algılanabilir, düşünülebilir kılan tüm özellikleri sağlar.
Platon eserlerinde birçok farklı idealardan söz etse de İyi ideasının altını özellikle çizmiştir.
Platon eserlerinde idealardan öz (ousia), İyi ideasından ise öz ötesi öz (hyperousia) diye söz
eder.
İdealar duyulur şeylerin nedenidir. İyi ideası ise diğer idealar da dahil olmak üzere evrendeki
herşeyin en yüksek nedenidir. İdealar da dahil olmak üzere evrendeki herşey İyi ideasından
bir miktar pay almıştır ve herşey İyi ideasına yönelmiştir, onun gibi olmak ister ve tamlığını
onda bulur.
Platon’un en temel ontolojik tezlerinden biri de şudur; “İyi varlıktır ve varlık iyidir.”
Platon’a göre varlık özü gereği hem iyi hem güzel hem de adildir. İnsanlık için nihai amaç
olmaları bakımından İyilik, Güzellik ve Adalet arasında hiçbir fark yoktur. Bu yaklaşım varlığı
özü gereği adaletsizlik olarak gören Anaksimandros’a bir yanıttır.
Platon’a göre İyi ideası ve Demiourgos, tanrısallığın iki yönünü temsil ederler. Demiourgos,
Tanrının etkin, düzenleyici rolünün, İyi ideası ise değişmez formel yönünü temsil eder.
Phaidon diyoloğunda idealar öğretisi bir doğa soruşturmasının sonucu olarak ortaya konur.
Platon “idea” sözcüğü yerine sık sık “physis” sözcüğünü kullanır ve ideaları görünür şeylerin
asıl doğaları olarak anlar.
Tüm görünür şeyler, tabii olarak idealarına yönelmişlerdir çünkü idealar görünür şeylerin
doğalarını, tamlıklarını yetkinliklerini oluştururlar. Böylece ideasına yönelmiş olan bir şey,
kendi doğasına yönelmiş olur, tamamlanmaya, eksiksizleşmeye çalışır.
İdealar, duyulur şeylerin var oluşlarının “nedeni”, “amacı” ve “yetkinliği/tamlığı” dırlar.
Platon, benzer benzerle bilinebilir ilkesi gereği, ruhu mümkün olduğunca idealara benzer bir
yapı olarak ele almıştır. Ruhu hiçbir zaman bir idea olarak görmemiştir ama var olanlar
arasında idealara en çok benzeyen şey olduğunu bilhassa vurgulamıştır. Nitekim idealara ve
ruha atfettiği nitelikler hemen hemen aynıdır; ikiside değişmezdir, yalındır, ölümsüzdür,
tanrısaldır.
Platon’un bilgi anlayışı, zaten önceden edinilmiş olan ve ruhta saklı bulunan bilgilerin açığa
çıkarılması, anımsanması esasına dayanır. Bu bilgi anlayışı “Bilgi, anımsamadır (anamnesis)”
yargısında özlü bir ifadesini bulur. Plato n, Menon’daki o meşhur tanımı verir; “Bilgi, zaten
önceden bilinen birşeyin anımsamasıdır”. Bu şekilde insan, Sofistlerin iddia ettiği gibi hiç
bilmediği bir şeyi değil, zaten önceden bildiği bir şeyi araştırmaktadır.
Theaetetos’ta bilginin, algı ya da duyum olmadığı, çünkü algının ve duyumun kişiden kişiye
değiştiği iddia edilir. Bilgi, şeyler hakkında edinilmiş doğru kanaatlerin de ötesindedir. Bu
kanaatlerimiz doğru kanıtlara dayandırılmış olsa bile, bu durum, kesin bilgi (episteme) için
yeterli bir temel sağlamaz. Bu durumda kesin bilgi (episteme) ideanın bilgisidir. Bu da zaten
insanın doğumdan önce edinmiş olduğu ama anımsamaya muhtaç olduğu bilgidir. Peki insan
bu bilgiyi nasıl anımsayacaktır ?
Platon, insan ruhunda saklı bulunan idea bilgisinin açığa çıkarılması için, kişiden kişiye
değişmeyen ve her zaman kendi yolunda en doğru olan varan bir yöntem önerir. Bu
yöntem felsefenin yöntemi olan diyalektiktir ve nihai amacı ideaların düzenini kavramaktır.
Düşünme, insan olmanın temel şartıdır ve duyumların çokluğunun bilgisini, idea denilen
tekliğe indirebilme yeteneğine dayanır. Bu da ideaların bilgisini düşünmenin, dolayısıyla
insan olmanın temel şartı haline getirir. İdeaların karşılıklı birleşme, katılma, karışma, pay
alma ilişkilerini kavramak, anlamlı düşünmenin ve konuşmanın temel şartıdır.
Diyalektik, toplama (sunagoge) ve ayırma(diairesin) diye iki ayrı faaliyete dayanır. Bunların
ilkinde dağınık kavramlar genel bir tanım etrafında toplanmaya çalışılır, ikincisinde ise
bütünlükler tabii eklem yerlerinden öğelerine çözümlenir.
Platon’un diyalektik yöntemi Sofistlerin retorik yöntemiyle birçok bakımdan taban tabana
zıttır.
Platon, Symposium diyoloğunda aynı zaman da Güzelliğin ve Adaletin kendisi olan bu en
yüksek varlığın (İyi İdeası) bilgisine hangi süreçle erişileceğini ayrıntılı bir biçimde
açıklamaktadır.
Platon Devlet isimli eserinin altıncı kitabında, “bölünmüş çizgi” benzetmesiyle dünyayı iki
parçaya ayırmaktadır. Bu parçalardan biri görünen dünyayı, öteki kavranan dünyayı, yani
idealar dünyasını temsil etmektedir. Platon sonra bu iki parçanın her birini yine ortasından
ikiye ayırır ve böylece dört parçadan oluşan bir çizgi ortaya çıkmış olur.
Bu dört parça aşağıdan yukarı doğru düşünüldüğünde, alttaki iki parça duyuların değişken ve
karanlık dünyasını, üstteki iki parça ise düşünülür olanın aydınlık dünyasını temsil eder. En
üstte değişmez kesin bilgi (episteme) sağlayan ideaların alanı yer alır. Onun altında ise
sayıların ve geometrik şekillerin alanı bulunur. İdealar saf akılla (nous) bilinebilirken, sayılar
ve geometrik şekiller çıkarımlı akıl yürütmeyle, yani zihinle (dianoia) kavranırlar. İşte
düşünülür yapıdaki aydınlık alanlar bunlardan oluşur ve bu her iki alanda bize kesin bilgi
(episteme) sağlar Alttakinde imgeler, gölgeler, yansımalar yer alır ve bunlara ilişkin bilgi
sadece tahmin (eikasia) düzeyindedir. Bunun hemen üzerinde canlı varlıklar, bitkiler, insan
yapımı nesneler yani doğa ve sanat alanı yer alır ki buna ilişkin bilgi inanç (pistis)
düzeyindedir. Tahmin ve İnanç gerçek bilgi (epistme) değildirler, sadece sanı (doksa)
düzeyinde kalırlar.
Mağara Alagorisi: Devlet’in yedinci kitabındaki bir örnekte mağara için de hareket
edemeyen ve sadece duvara yansıyanları görebilen insanlar tüm gerçekliği duvara yansıyan
gölgelerden ibaret sanırlar. Oysa zincirleri çözülse önce arkalarındaki ateşi, sonrada
mağarının dışındaki pırıl pırıl güneşi görecekler ve gerçekliğin kendisiyle temas kurmuş
olacaklardır. Bu benzetmede, mağaradaki gölgeler görünür nesneleri, Güneş ise ideaları, en
başta da İyi ideasını temsil eder. Platon, diyalektik yöntemle idealara erişebilmek için bu
örneği vermiştir. Çünkü görünür evren, gerçeğin değişken ve ölümlü bir kopyası, gölgesidir.
7. ÜNİTE: PLATON’UN AHLAK, TOPLUM ve SİYASET ANLAYIŞI
Platon’un nihai amacı insanların ve toplumun mutluluğudur (endaimonia). Ahlak anlayışı da
bu amaca yönelmiştir. Bu yüzden Platon’un ahlakı, bir mutluluk ahlakıdır.
Platon’a göre mutluluğun şartı iyi olmak, iyi olmanın şartı ise erdemli olmaktır. Bu durumda
insanın ahlaki bakımdan iyi ve mutlu olabilmesi, erdemli olmasına, bu da erdemin ne
olduğunun açıkça ortaya konmasına bağlıdır.
Sofistler, mutlu bir hayatı, güçlünün gücünü dilediğince uyguladığı, mümkün olan en yüksek
hazları elde ettiği bir hayat olarak görmekteydiler. Onlara göre iyilik de, sağlık, zenginlik ve
mevkii gibi şeylerin elde edilmesinden ibaretti.
Platon’a göre “İyi” en yüksek ideadır. Eğer insanı mutlu kılan şey iyilikse, insanı iyi kılan
nedir? Platon’a göre insanı iyi kılan, erdemden (arete), doğruluktan (aletheia) ve adaletten
(dikaiosyne) başkası değildir.
Platon, erdem nedir sorusuna ilk olarak Gorgias diyaloğunda bir yanıt verme girişiminde
bulunmuştur. Erdemi ilk kez “ruhun düzeni” olarak tanımlamaktadır.
Mutluluk sözcüğünün Yunanca’daki karşılığı olan “eudaimonia” sözcüğü, kişinin daimonunun,
yani bir anlamda ruhunun iyi ve uyumlu olmasını, içindeki herşeyin daimonu ile uyumlu
olmasını ifade eder. Platon’a göre de mutluluk, iyilik ya da erdem, ruhun düzeninden başka
bir şey değildir.
Erdem, doğruluk ya da adalet, insanın doğası gereği kendisine en uygun durumda olması,
doğasına uygun işi görmesidir. Kendisine uygun işi yapana, kendisine özgü işlevi yerine
getirene, kendi amacına ya da iyisine ulaşabilene erdemli denir.
Ruhun düzeni ifadesiyle kast edilen şey, ruhun parçalarının doğalarına uygun durumda
olmalarıdır.
Ruh üç parçalı bir yapı sergiler:
a) Akıllı parça (to logistikon)
b) Yürekli-Atılgan parça (tumoeides)
c) İştah duyan, arzulayan parça (to epitymetikon)
Bunlardan akıl, bedende kafaya, yürekli parça kalbe, iştah duyan arzulayan parça ise
mideye ya da diyaframa karşılık gelir.
Bu açıklamalar doğrultusunda Phaedrus’ta resmedilen iyi huylu beyaz ata yürekli ve atılgan
parça, bedensel hazlar ve acılarla ilişkilendirilen iştah ve itki bölümü siyah ata, kafada
konumlanan akıl parçasıysa sürücüye karşılık gelir. Bunlardan sadece akıl parçası
ölümsüzdür.
Platon’un sadece ahlak anlayışı değil tüm felsefesi “bütün şeyler karışık bir haldeyken, akıl
onları düzene soktu” cümlesiyle ifade edilebilir. Platon’a göre akıl, ruh, site ve evren
düzeninde en yüksek düzenleyici ilkedir. Ruhta akıllı parça, sitede fiozof ya da bilge, evrende
ise tanrısal aklı temsil eden Demiourgos düzenin meydan getiricisi olur. Böylece Platon’un
tüm felsefesi, aklın sonradan meydan gelmiş olan her türlü düzenin açıklayıcısı ve nedeni
olduğu kabulüne dayandırılabilir.
Platon’un nihai amacı, ruhu idealara uygun biçimde düzenlemek ve bu düzeni site düzenine
dayanıklı kılmaktır.
Platon’un site düzeni anlayışı, “iyi”, “doğru” ve “güzel” denen üç yüksek değerin siteye hakim
kılınması esasına dayanır ve bu özelliğiyle siyasi olmaktan ziyade, ahlaki bir görünüm sergiler.
Platoncu toplum ve site, zanaatkarlar, askerler ve yöneticiler olmak üzere üç toplumsal
sınıftan oluşur. Erdemli, doğru ve adil bir site, bu üç sınıfın sitede doğru biçimde
konumlanmasıyla kurulabilecektir.
Platon’a göre erdem, sadece insanın ruhunun parçalarının olmaları gerektiği gibi
düzenlenmelerinden ibaret değildir. Bir insanın erdemli olması, aynı zamanda site içinde
doğru biçimde konumlanmış olmasına bağlıdır. Platon insanı hiçbir zaman mesleğinden
bağımsız bir biçimde ele almamıştır. Sitede her insanın doğal bir mesleği vardır ve bu mesleği
icra etmekle yükümlüdür. Böylece Platoncu site düzeni sıkı bir mesleki işbölümü düzeni
haline gelir.
Sitede yönetici sınıfın erdemi “bilgelik” tir. Yönetici sınıf bilge olursa bütün site bilge olur.
Askeri sınıfın erdemi “cesaret” tir. Asker sınıf cesur olursa tüm site cesur olur. Zanaatkar
sınıfın erdemi “ölçülülük” tür. Bu erdem aynı zamanda tüm toplumsal sınıfların ortak
erdemidir. Çünkü ideal bir sitede tüm yurttaşların ölçülü bir yaşam sürmeleri beklenir.
Bu erdemlerin hepsini tamamlayan ve site düzeninin bütünlüğünü temsil eden bir başka
erdem daha vardır ki o da “ Doğruluk (aletheia)” ya da “Adalet (dikaiosyne)” tir.
Doğruluk ya da adalet, diğer üç erdem olan bilgelik, cesaret ve ölçülülüğü doğuran ve yaşatan
değerdir.
İdeal sitede ya filozoflar kraldır, ya da krallar filozof. Bu söz, ya güçlüler akıllı olmalıdır ya
da akıllılar güçlü olmalıdır anlamında da değerlendirilebilir.
Ruhta akıl parçası, evrende Demiourgos ne ise site de filozof kral odur. Filozof kralın ödevi,
ideaların tanrısal ve kusursuz düzenini temaşa etmek ve bu düzeni sitede mümkün
olduğunca uygulamaya çalışmaktır. Bu sayede filozof kral, göksel düzenin yeryüzüne
taşınmasında bir aracı haline gelir.
Platon’a göre site düzeni için en doğru başlangıç eğitimdir. Yurttaşlar doğru biçimde
eğitildiklerinde, tıpkı sudaki halkaların ilk halkadan düzenli biçimde genişlemeleri gibi,
toplumdaki ve sitedeki herşey de kendiliğinden düzene girecektir. Bu yüzden Platon’cu
devlet, büyük bir eğitim kurumudur ve yurttaşına ihtiyaç duyduğu ahlaki eğitimi verir.
Platon, Devlet isimli eserinde özgür yurttaşlar için mutlaka öğrenilmesi gereken üç bilgi
olduğunu söyler; hesap ve sayı bilgisi (aritmetik), yüzey ve hacim ölçüm bilgisi (geometri) ve
yıldızların dönüşünü, hareketlerini ve birbirleriyle ilişkilerini inceleyen bilim (astronomi).
Nasıl ki, site düzeni için en doğru başlangıç eğitim ise, eğitim için en doğru başlangıçta
müzik’tir. Platon bedenin eğitiminde dans ve jimnastiği, ruhun eğitiminde ise müziği öne
çıkarır. İnsanın ruhuna, müzikteki uyum ve ritim kadar iyi işleyen bir şey yoktur. Bu yüzden
müzikal uyum ve ritimden, ideal site düzeni adına mutlaka yararlanılmalıdır.
Platon, yaşlılık dönemi eserlerinden biri olan “Yasalar”da Devlet’teki katı ve ütopik devlet
anlayışını biraz esnetmiş, mülkiyeti kısmen kabul etmiş, çocukların ve kadınların ortaklığı
düşüncesinden vazgeçmiş, bir ya da birkaç bilgenin yönetiminden ziyade kurulların
yönetimini öne çıkarmış, yurttaşları sınıflandırırken servetlerini ve gelirlerini de hesaba
katmış, daha geniş kesimlerin yönetime katılımlarını onaylamış ve site düzeninde felsefe ya
da diyalektik yerine dini ön plana çıkartmıştır.
Platon, siyasi rejimleri aristokrasi, timarşi, oligarşi, demokrasi ve tiranlık diye beşe ayırır.
Aristokrasi: Az sayıda bilgenin toplumu akla ve bilgiye dayalı olarak yönettikleri rejim türü
Timarşi: Devlet adamlarının saygı gördüğü, savaşçıların, işçilerin, tüccarların küçümsendiği
savaş talimlerine önem verilen rejim türü
Oligarşi: Gelir üzerine dayanan, zenginlerin yönettiği ve fikirlerin yönetimde pek etkisi
olmayan rejim türü
Demokrasi: Zengin sınıfın alabildiğine zengin olma arzusu oligarşi düzenini zamanla
demokrasi rejimine dönüştürür.
Tiranlık: En kötü idare türü olup demokrasinin özgürlük hırsından doğar.
*Topluluk idaresinin iyi biçimine aristokratlık, kötü biçimine ise oligarklık denir.
Platon, düşünce yaşamının ilerleyen dönemlerinde kaleme aldığı Devlet Adamı isimli
eserinde, Devlet’teki beş rejim gücünü elinde bulunduranların sayısına göre üçe indirir;
a) Tek adam idaresi
b) Küçük bir topluluğun idaresi
c) Çoğunluk idaresi
En kötü rejim olan tiranlık, eğer tiran eğitime açık ve genç bir insansa, kolayca ideal rejime
dönüşebilir.

8. ÜNİTE: ARİSTOTALES – VARLIK VE BİLGİ ANLAYIŞI
Aristoteles, gen yaşta Platon’un Akademia’sına girmiştir. Platon’un felsefi öğretilerinden
derin biçimde etkilenmiştir. Bu etkiyi eserlerinin bazı yerlerde sarf ettiği biz Platoncular….
ifadesiyle dile getirir. Aristoteles’in Atina’da kurduğu “Liseum” isimli okulun öğrencileri
felsefi ya da bilimsel meseleleri genellikle okulun avlusunda ya da yürüyüş yollarında
tartıştıkları için bu okulun mensuplarına “gezinenler” anlamına gelen “peripathetikler” de
denmiştir.
Aristoteles’in, düşünce tarihine etkileri bakımından başta gelen eserlerinden biri, mantık
disiplinini adeta tek başına inşa ettiği Organon’dur. Metafizik (fizikten sonra anlamında
Metaphysika) adlı eseri ise onun ilk felsefe olarak adlandırdığı varlık sorunlarını ele alan
hacimli bir eserdir.
Aristoteles, hocası Platon’un aksine ideayı ya da formu asla görünür şeylerden ayrı
düşünmemiş, onun görünür şeylerde içkin olduğunu savunmuştur. Böylece Platon’un
idealarla görünür şeyleri birbirinden ayıran ikici (düalist) anlayışının tersine Aristoteles
gerçekliğin hakikaten görünür evrende olduğunu ve görünür olandan bağımsız bir başka
hakikat de olmadığını dile getirmiştir. Aristoteles’e göre madde ve öz birbirlerinden ayrı
değillerdir. Bu yüzden Platon’un katılma, pay alma, bulunma ve Demiourgos gibi
açıklamalarla ideaların görünür şeylere nasıl varlık kazandırdıkları konusu Aristoteles’in
madde ve öz birbirlerinden ayrı değillerdir açıklamasıyla çözülmüş oluyordu.
Aristoteles, madde ancak form sayesinde, formun kendisinde açığa çıkmasıyla gerçeklik ve
varlık kazanır demiştir. Form da kendisini ancak maddede açığa çıkarabilir, maddede
gerçekleştirir. Bu halde madde ile form arasında bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi vardır.
Aristoteles’e göre formun kendisinde henüz hiç açığa çıkmadığı, tam bir gizlilik içinde
bulunduğu ilk madde, henüz varlık ve gerçeklik kazanmış değildir. Form onda kendisini
açtıkça, gizlilikten edimselliğe, potansiyelikten aktüelliğe, dynamisten energeiaya döndükçe
madde gerçeklik ve varlık kazanacaktır. Oluş (genesis) denen şey gizil durumdaki formun
maddede edimselleşmesinden başka bir şey değildir.
Edimselleşme: Aristotelesçi felsefede, imkan halinde olanın açığa çıkması, gerçekleşmesi
anlamına gelir.
Bu kavram teklik-çokluk sorununa da bir çözüm önermiş olur. Aristoteles, tikel ağaçlar
arasındaki farkları, özün ya da formun tek tek tikellerde farklı ölçülerde edimselleşmiş
olmasıyla açıklamaktadır. Tek tek tikel varlıklar, maddedeki gizilliğin, gizli formun
edimselleşmesi sonucu ortaya çıkarlar. Latincede bu durum potentialiteden aktüaliteye,
Yunancada dynamisten energeiaya, Arapçada ise kuvvetten fiile çıkma olarak ifade edilir.
Evrendeki her şey, kendi formunu, özünü mümkün olduğunca edimselleştirmek yani
mükemmelleştirmek, tamamlamak amacına yönelmiştir.
Aristoteles’e göre Tanrı, hiçbir maddilik taşımayan ve bu yüzden harekete, zamana veya
mekana tabi olmayan salt form, salt edimselliktir. Tümüyle edimleşmiş, yani tamamlanmış,
mükemmel formdur. Bu özelliğiyle o, kendisine yönelmiş bir düşünmeden ibarettir ve diğer
tüm şeylerin hareketlerinin nedeni olarak ilk hareket ettiricidir.
Aristoteles’e göre en altta formun pek az edimselleştirdiği cansız varlıklar, onun hemen
üstünde bitkiler ve hayvanlar alemi, onun üstünde de insan bireyleri durur. Bu yapının en
üstünde de kendinde en ufak bir maddilik taşımayan Tanrı bulunmaktadır.
Aristoteles’in varlık anlayışında form da salt madde de ezelidir, yani Tanrı bunların ikisinin de
meydana getiricisi değildir. Ancak mutlak gerçeklik mutlak varlıktır. Tanrı’yı salt düşünce, salt
akıl ifadeleriyle de anmaktadır. Tanrı evrende hiçbir şeyi rastlantısal ya da boşuna
yapmamıştır. Evreninin bir bütün olarak kendisi Tanrı tarafından saptanmış amacı ile uyum
içinde açınmaktadır. Aristoteles bu durumu, “entelekheia” denen bir yasalılık haline
getirmiştir.
Evrenin meydana gelmesini, mevcut düzenini, yapısını kazanmasını sağlayan başlıca dört
neden olduğu görülecektir: Madde, form ya da öz, Tanrı ve amaç.
Aristoteles’e göre herhangi bir şeyin ve bir bütün olarak evrenin ortaya çıkmasını, varlık
kazanmasını sağlayan dört neden vardır. Maddi Neden (Causa materialis), Formel Neden
(causa formalis), Etker ya da etkin neden (causa efficiens) ve amaç ya da Erek Neden (causa
finalis).
Örneğin bir mezar taşı için mermer maddi nedeni, mezar taşının formu, biçimi formel nedeni,
taşın mezarlıkta ölünün kimliğini belirlemek amacıyla kullanılmak için yapılması amaç
nedenini, taşı yontan ve mezar taşını yapan kişi ise etker nedeni oluşturur.
Formun edimselleşmesi ile meydana gelen tüm varlıklar kendilerini bize daima belli
niteliklerle, yüklemlerle sunarlar. Aristoteles, bunlara kategoriler der. Töz, nicelik, nitelik,
ilişki, yer, zaman, konum, iyelik, etkinlik, edilgenlik. Bunlardan dokuzu ilinek biri tözdür.
Töz, en genel ifadesiyle bir şeyi o şey yapan şey olarak tanımlanabilir. Örneğin, kalemi kalem
yapan şey tek tek tüm kalemlerde ortak olarak bulunur ve kalemlerin ilinekleri, yani
biçimleri, renkleri, sayıları vs. değişse bile kalem tözlüğü değişmez. Ama Aristoteles’e göre
töz, asla ilineklerden ayrı olarak var olmaz. Daima belli ilineklerle beraberdir.
Aristoteles’e göre doğa, harekete tabi olan maddi yapıların bütününü ifade etmekteydi ve
ona göre doğa araştırması, her şeyden önce hareket yasalarının araştırılmasıydı.
Aristoteles’de madde hareket ettirilen, form ise hareket ettirendir.
Aristoteles evreni üç kısma ayırır: Ay-altı alem, yeryüzüdür. Evrenin bu bölümündeki her şey
Empedokles’in dört nedeninden yani toprak, su, hava ve ateşten meydana gelmişlerdir. Bu
özellikleri gereği doğrusal olarak hareket ederler. Yani hareketleri bir noktada başlar bir
başka noktada sona erer. Bu yüzden bütün ay-altı cisimler ölümlüdürler. Ay-üstü alem, gök
cisimlerinin alanıdır. Buradaki cisimler çok daha ince ve tanrısal bir yapı olan esirden
(aether) meydana gelmişlerdir. Bu yüzden de hareketleri de değişmez dairesel biçimdedir.
Ay-üstü alemin sonunda ise sabit yıldızlar alanı bulunur ki, Tanrı’ya yapıca en çok benzeyen
varlıkların alanı olduğu için orada en ufak bir değişme olmamaktadır.
Aristoteles’e göre bilimler; Teorik, Pratik ve Poietik olmak üzere üçe ayrılır.
Teorik bilimler (Fizik, Matematik, Metafizik) bilgiyi kendisi adına isterlerken, Pratik bilimler
(Politika, Ekonomi, Strateji, Retorik) bilgiyi eylem için araç kılarlar. Poietik bilimleri (Müzik,
resim, heykel, tragedya, marangozluk, demircilik) ise sanat ve zanaat gibi üretime dayalı
disiplinlerdir ve bilgiyi de üretimlerine araç kılarlar.
Aristoteles, bu üç bilgi disiplinine ek olarak dördüncü bir bilgi disiplini olarak Mantık’ tan söz
eder. Aristoteles, daima mantığın kurucusu olarak anılmış ve bilinmiştir. Mantık en genel
ifadeyle akıl yürütmenin ilkelerini belirlemeye yönelik bir disiplindir. “Doğru düşünme bilimi”
olarak görmekte mümkündür. Mantık felsefenin ya da bilimin bir parçası ya da alt dalı değil,
felsefede ve diğer bilgi disiplinlerinde kullanılabilecek bir araç, yöntemdir. Bu yüzden
Aristoteles, mantık konularını ele aldığı eserine “alet”, “araç” anlamına gelen “Organon”
adını vermiştir.
Mantık doğru çıkarımlar türetme yöntemi olup bunun da iki biçimi vardır: İlk biçim olan
“tasım”, tümelden yola çıkıp tikele varır ve bu nedenle ona “tümdengelim” denir. Diğer
biçim olan “tümevarım” ise tek tek tikellerden yola çıkarak tümele ulaşır. Platon’a göre
tümel, ideadan başka bir şey değildi. Tikel ise tümelden yani ideadan pay alan ve bu sayede
var olan görünür şeylerden ibaretti. Oysa Aristoteles’te gerçeklik görünen şeylerden ayrı bir
yerde değil, bizzat görünür şeylerin kendisindedir. Aristoteles’e göre bilimin asıl amacı
tikelin kavranmasıdır.
Akıl yürütme, son kertede mantığın üç değişmez ve kendiliğinden açık ilkesine dayanır;
özdeşlik ilkesi (Herşeyin kendi kendisiyle özdeş olması durumu Ör: A, A’dır.) , çelişmezlik
ilkesi (Birşeyin hem A, hem A-olmayan olamayacağını, önerme açısından düşünüldüğünde ise
bir önermenin hem doğru hem yanlış olamayacağı durumu) ve üçüncü halin imkansızlığı
ilkesi ise (bir şeyin ya A, ya da A-olmayan olabileceğin, bunun dışında bir seçenek olmadığını,
önerme açısından düşünüldüğünde ise bir önermenin ya doğru ya da yanlış olacağını, üçüncü
bir şıkkın mümkün olmadığını ifade eden durum)

9.ÜNİTE: ARİSTOTELES- RUH, AHLAK VE SİYASET ANLAYIŞI

Gerek Platon gerek Aristoteles, insanı ruhsal bir varlık olarak düşünmekteydiler.
Aristoteles’e göre ruhun tümüyle bedenden ayrılıp kendi başına bir yaşam sürdürebileceğini
düşünmek doğru değildi. Bu düşünce ile Platon’un bel bağladığı ruh göçü öğretisine baştan
kapısını kapatmıştı. Aristoteles, bedeni ruhun kendisini dile getirdiği bir araç olarak
görmekteydi. O da tıpkı Platon gibi ruhu daima forma, ideaya benzer bir yapı olarak
görmekte, bedeni de doğal olarak madde ile eşleştirmekteydi. Ruh ile beden, form ve madde
gibi hep bir aradaydı. Ruh, bedenin edimselleşmesinden, bedende gizil olan ruhsallığın açığa
çıkmasından başka bir şey değildir. Bu anlayışla beden ve ruh, Platon’daki gibi iki ayrı töz
değil, tek bir özün ayrılmaz ögeleridir.
Aristoteles, bitkilerde ve hayvanlarda da ruh bulunduğunu düşünmekteydi. Beslenme ruhu,
bitkilerde, hayvanlarda ve insanlarda ortak olarak bulunurken, duyusal ruh hayvanlarda ve
insanlarda, akılsal ruh ise sadece insanlarda bulunmaktadır. İnsan bu özelliğiyle doğanın
izlediği nihai erektir.
Ona göre ruhun akılsal yanı da kendi içinde edilgin akıl ve etkin (faal) akıl olmak üzere ikiye
ayrılmaktadır. Edilgin akıl, bedensel duyularımız, algılarımız, izlenimlerimiz yoluyla sonradan
elde ettiğimiz bilgilerimizi içerir. Etkin akıl ise Tanrı’yı, tanrısal olanı, özü, soyut kavramları,
tümelleri kavramamızı sağlayan saf akıldır. İşte bu akıl bedenden bir biçimde ayrı
düşünülebilir ve bedenin bir işlevi olarak görülmez. Maddi olmayan, ölümsüz, duyulardan ve
algıdan bağışık bir yapıdır. Ruhtan önce de mevcuttur. Etkin (faal) akın tanrısal aklın bir
parçası, uzantısı gibi görünmektedir. İnsan kendinde bulunan bu ölümsüz, tanrısal akıl
sayesinde hayvanla Tanrı arasında bir yerde durmaktadır. Teorik aklın ilkesi düşünce iken,
pratik aklın ilkesi arzu, istek ya da istemedir (irade).
Platon, mutluluğun bütün insanlar için nihai amaç olduğunu, insanı mutlu kılacak şeyin ise
iyilik olduğunu savunmaktaydı. Aristoteles’de hemen tüm Yunan düşünürlerin kabul ettikleri
bu düşünce ile aynı fikirdedir.
Aristoteles’e göre dört farklı hayat biçimi vardır: Haz elde etme amacına yönelik, onur
hayatı, servet peşinde koşmak ve dördüncü ve en uygun hayat tarzı teorik hayattır. Teorik
hayat, hiç kuşkusuz bilgi esasına dayanan, insanı kendi özlüğüne uygun bir duruma sokan akıl
yaşamıdır.
Aristoteles, biri “etik erdemler” diğeri akli yani “dianoetik erdemler” olmak üzere iki tür
erdemden söz eder. Etik erdemler insanın günlük yaşamındaki edip eylemleriyle, dianoetik
erdemler ise bilim, sanat, pratik ve teorik bilgelik gibi akli uğraşlarla ilgilidirler.
Erdem, en genel anlamda insanın kendi amacına uygun bir durumda olmasıdır. Erdemli
kişilik, erdemli davranışlarda bulunmayı alışkanlık haline getirenlerce başarılabilecek bir
amaçtır. Erdem, tercihlere ilişkin bir huydur. Aklı başında bir insanın, aklını kullanarak seçtiği,
bizle ilgili olarak “orta” olanda bulunma huyudur. Yani insanın aşırılıklardan ve eksiklikten
kaçması daima ortayı araması, onu tercih etmesidir.
Aristoteles’in ele alıp incelediği belki de en önemli erdem, siyaset anlayışının da temlini
oluşturacak olan adalet erdemidir. Adalet yasaya uygun olma ve doğru ya da eşit olma gibi iki
anlama sahiptir. İlki adaletin genel anlamı, ikincisiyse özel ya da tikel anlamıdır. Adaletin tikel
anlamı da dağıtıcı adalet ve düzeltici adalet olarak ikiye ayrılır. İlki servet ve imtiyazların
yurttaşlara pay edilmesi, ikincisi ise yurttaşlar arasındaki anlaşmazlıkların giderilmesi, suçların
cezalandırılması esasına dayanır.
Aristoteles’e göre insan kendi amacına, iyisine, mutluluğuna ancak toplum ve devlet düzeni
içinde erişebilir. Devletin varoluş amacı da insanın mutluluğundan başka bir şey değildir.
Aristoteles’in toplum ve siyaset anlayışı iki temel yargıya dayanır:
a) Devlet de tıpkı doğada varolan şeyler gibi doğal bir varlıktır. Çünkü insanın doğal
ihtiyaçlarından ve eğilimlerinden doğmuştur.
b) İnsan doğası gereği toplumsal ve siyasal bir hayvandır.
Aristoteles, Platon’un tersine aileye ve aile yaşamına sitede büyük bir değer verdiği ve onu
sitenin yapı taşı olarak kabul ettiği anlaşılmaktadır.
Aristoteles, “Politika” isimli eserinde Platon’un ortaya koyduğu devletteki birlik ne kadar
büyükse, bu devlet için o kadar iyidir anlayışına karşı çıkar. Ona göre site herşeyden önce
kendine yeterli bir büyüklükte olmalıdır. Ereğini gerçekleştiremez kadar büyük olmamalıdır.
Aristoteles’in ideal site devleti; insanlara ihtiyaç duydukları gıdaları sağlayacak olan çiftçiler,
toplumun ihtiyaç duyduğu araç gereçleri üretecek el sanatlarını işletecek olan zanaatkarlar,
ülkeyi koruyacak askerler, zengin tüccarlar, din adamları ve yargıçlardan oluşur.
Ülke yönetiminde söz sahibi olanlar ise: Askerler, Din Adamları ve Yargıçlar’dır.
İyi işleyen siyasi rejimler tek bir bilge adamın idaresine dayalı olan krallık, bilgelerden oluşan
küçük bir grubun idaresine dayalı olan aristokrasi ve iyi eğitilmiş yurttaşların işlettikleri bir
çoğunluk rejimi olan politidir. Aristoteles bunlardan politiyi en gerçekleştirilebilir rejim
olarak destekler.
Tiranlık krallığın, oligarşi aristokrasinin, demokrasi ise politinin yozlaşmış halidir.